1 Ekim 2017 Pazar

Yüreğe dokunan hikayeler ve SERPİL CİRİTÇİ…

      Yüreğine dokunan hikayelerden yola çıkarak roman yazan yazarımız Serpil Ciritçi…


      Şiir yazıyor, resim yapıyor, Kuantum yaşam koçu, NLP ve kişisel gelişim uzmanı,  yazar… On parmağında on marifet olan nadide bir kişi… Hem yeni romanı Kavin’i hem de edebiyata olan tutkusunu konuştuk…




      Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler. 
      Edebiyata olan tutkunuz nasıl başladı? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?

      SC: Bu tutkunun ne zaman nasıl başladığını tam olarak hatırlamıyorum. Annem okumayı çok sevdiği için çocukluğumda evimizde çok kitap olduğunu hatırlıyorum. 14- 15 yaşlarımda kendi yaşıma göre okuyabileceğim kitaplar bitince kitaplığımızdaki yabancı klasikleri okumaya başladım. Cronin’den Balzac’a, Steinbeck ‘ten Tolstoy’a hemen tüm klasikleri okuyup bitirdiğimde henüz 18 yaşındaydım. 

       Babam gece yarısı sık sık odamın kapısını çalar artık yatmamı yoksa bu gidişle gözlerimin bozulacağını söylerdi. Tamam, yatıyorum dedikten sonra tekrar kalkıp okuduğum romanı elime alır kaldığım yerden okumaya devam eder bambaşka dünyalarda, maceralarda kaybolur giderdim. Çok okuyan her insan gibi yazma tutkum da o sıralarda başladı. Kitap okumak benim için o kadar büyük bir keyif ve zenginlikti ki bir gün elime kalemi alıp aynı keyfi başka okurlara yaşatmak istedim hep.

       Lisede edebiyat derslerim hep çok iyiydi. Özellikle kompozisyon ödevleri hazırladığımda öğretmenlerimin bütün sınıfa örnek olarak benim kompozisyonlarımı okuttuğunu hatırlıyorum.  Sonbahar mevsimini anlattığım bir kompozisyonum ise liselerarası bir yarışmada Adana’da birinci seçilmişti. Orada kazandığım ödül,  beni motive eden ve yazmaya sürükleyen en önemli etkenlerden biridir.


      Romanlarınızı yazarken hazırlık çalışmalarınızı nasıl gerçekleştiriyorsunuz?

   SC: İlk önce kafamda ne yazacağımı tasarlıyorum. Sonra sağım solum küçük karalanmış kâğıtçıklarla dolmaya başlar. Başucumda, çantamın içinde her zaman küçük bir not defteri bulunur. Bazen evde televizyon izlerken bazen vapurda ya da yürürken aklıma o anda gelen cümleleri hemen not alırım. Sonra o cümlelerden küçük paragraflar çıkmaya başlar. Sosyal medya bu anlamda iyi bir arşiv oldu benim için. Bazı cümlelerimi kâğıda bile not almadan sosyal medyada yayınlıyorum.

      Romanın çatısı yavaş yavaş ortaya çıktığında sıra karakterlere gelir. Bu konuda genellikle çevremde yaşayan insanlardan beslenirim. Bu bazen bir arkadaşımın annesi olur bazen üst kattaki yaşlı amca. Psikoloji ve felsefe kitaplarını da çok okuduğum ve eğitimini aldığım için bilinçaltı dünyamızda yaşanan çatışma ve zıtlıkları da roman karakterleri üzerinden vermeye çalışırım.

      Bir sinema sanatçısının ustalığı farklı ve zıt karakterleri de başarıyla canlandırabilmesinde yatar. Tıpkı onlar gibi bir yazarın ustalığı da farklı karakterleri tüm iç dünyalarıyla kelimelere dökebilmesinde yatar diye düşünüyorum.

      Karakterler de şekillendikten sonra sıra onları çatısını kurduğum hikâye içinde bir araya getirmek kalır ki açık söylemem gerekirse bir romanda en zorlandığım nokta burasıdır. Hikâyenin akışını bozmadan kurgulamak oldukça zamanımı alır. Gece yatarken bile kafamın içinde dans eder karakterler. En basit bir karşılaşma sahnesini yüz türlü yazabileceğinizi bilirsiniz ama derdiniz en iyisini yazmaktır. Burada kendime tek bir soru sorarım. Ben olsam ne okumak isterdim? Bu sorumun cevabı romanın akışını da belirler.


      Yeni yayınlanan üçüncü kitabınız Kavin’in yazım süreci ne kadar sürdü?

      SC: Kavin’i yazma sürecim uzun sürdü çünkü bir defada oturup yazdığım bir roman olmadı. Hayatın bin bir türlü gailesi içinde benimle birlikte oradan oraya savrulup durdu. Uzun aralarla başına oturduğum bir roman olduğu için yazma sürecim 3 yıldan fazla sürdü.


      Kitaplarınızı yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız yoksa bu yazarken şekillenebilecek bir durum mudur?

      SC: Kavin’da aynı köyden çıkıp farklı şehirlerde şekillenen hayatlar var. Kadın karakterlerden biri köyde yetişip erken yaşta evlendirilerek şiddete maruz kalırken diğeri eğitimini şehirde tamamlayarak başarılı bir gazeteci oluyor. Romanı yazarken illaki bir toplumsal mesaj kaygınız olmasa da bu topraklarda yaşayan her vatandaş gibi eğitimsizlikten kaynaklanan olaylardan etkileniyorum ve bu da ister istemez yazdıklarıma yansıyor.


       Kavin’i küçükken dinlediğiniz Yusufçuk kuşunun hikâyesinden esinlenerek yazdığınızı belirttiniz. Tarihi mekânlara gittiğinizde ve hikâyeler dinlediğinizde neler düşünüyorsunuz? O an ben bunu mutlaka not alıp yazmalıyım diye aklınızdan geçiyor mu?

          SC: Elbette. Hemen her açıdan o kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz ki hemen her bölgenin kendine ait çok güzel efsaneleri, hikâyeleri var. Keşke her biri tek tek ele alınıp yazılabilse. Ben daha çok yüreğime dokunan hikâyelerden hoşlanıyor ve onları yazmak istiyorum. Yakınlarda annem 1950’li yıllarda Ankara üzerinde düşen bir uçaktan bahsetti. Yakın bir arkadaşının ablası o uçakta hostesmiş ve nişanlıymış. İki gün sonra da düğünleri varmış. Gerçekten yaşanmış bu hikâye beni çok duygulandırdı. Ama bir roman ama öykü olur bilmiyorum şu anda ama kafamın bir kenarına bir gün yazmak üzere hemen not aldım.


       Sizi yazmaya özendiren şeyler nedir?

    SC: Tabi ki çok severek okuduğum kitaplar. İyi yazılmış bir kitap bende hep aynı duyguyu uyandırır. Tıpkı bunun gibi okuduğumda insanı çarpıp silkeleyecek bir roman yazmalıyım. Diğer yandan kitaplarımı okuyan okurların beğenileri, övgü dolu yorumları da beni çok motive ediyor. Yakınlarda tanımadığım bir okurumun sosyal medya üzerinden yazdığı bir mesajını okudum kadar duygulandım ki aklımdan sadece şu cümle geçti; “Daha yapacak çok işin var Serpil”… Hep daha iyi daha iyisine odaklan. Çünkü okur bunun hakkını fazlasıyla veriyor.


       Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mıydınız?
       
      SC: Yazardım. Her gün yürüyüş yapan bir insanın o gün yürüyemediğinde duyduğu huzursuzluk gibi ben de gün içinde bir kenara bir cümle bile not düşemedimse kendimi huzursuz hissediyorum. Yazmak benim için artık bir yaşam biçimi. Tıpkı yemek ve uyumak gibi de gerekli. Çünkü ruhuma iyi geliyor. Beni besliyor, canlandırıyor, hayata daha iyimser ve umutlu bakmamı sağlıyor. Henüz kimsenin okumadığı o kadar çok yazım var ki.


       Yazdığınız kitaplar arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?  
       
       SC: İnsan kendine benzeyen insanları sever ve şehirleri…
              Bu yüzden en yakınınızdakilerin hatalarını affetmek kendi hatalarınızı affetmek gibidir.   
              
              KAVİN





       Kelimeleriniz nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
       
   SC: Belli bir zamanı ve mekânı yok aslında. Kelimelerin de bir enerjisi var. Eğer o gün istemiyorlarsa sabaha kadar da uğraşsam yan yana düşmüyorlar. Bazen de sular seller gibi boşanıveriyorlar beklenmedik bir anda. Güzel bir ağaç… Bir kuş sesi ya da bir çocuğun anlık gülüşü harekete geçirebiliyor duygularımı. Hatta o kadar duygulanıyorum ki bazen kelimelere kızıyorum yetersiz kaldıkları için…


          Bir önceki röportajımızda yemek kültür blog sayfam için harika bir yemek tarifi (Fırında kaşarlı tavuk) vermiştiniz. Bu sefer okuyucularınıza hangi yemek tarifini vereceksiniz?
         
         SC:  Yemek dediniz de ne zaman yemek yapmaya kalksam şunu düşünürüm. Yazmak da aslında tıpkı yemek yapmak gibi… Elinizde çok malzeme vardır ama yemeğin lezzetli olması için ayarında kullanmak zorundasınız. Tuzu ya da biberi biraz kaçırırsanız yemeğin tadı bozulur. Yazmak da böyle bir şeydir. Cümleleri ne kadar iyi kurarsanız kurun dozunda kullanmak zorundasınız.
         Bu aralar severek yaptığım bir yemek var.

         Fırında kâğıt kebabı…

         Malzemeleri ise;

         Yarım kilo kuşbaşı et, yarım kilo bezelye, 4 adet patates, 3 yemek kaşığı margarin, bir yemek kaşığı biber salçası, tuz karabiber, kimyon ve yağlı kâğıt.

         Önce bir tencerede etleri kendi suyuyla pişiriyoruz. Başka bir tavada çok ince kestiğimiz patatesleri margarinle kızartıyoruz. Daha sonra etleri pişirdiğimiz tencereye bu patatesleri, bezelyeleri, salçayı, tuzu, karabiberi ve kimyonu ekleyip karıştırıyoruz. Dileyen bu karışıma biraz ince doğranmış yeşil - kırmızıbiber ve havuç da ekleyebilir.

         Yağlı kâğıdı 4’e bölüp içine bu karışımı diziyorum. Sonra kâğıtları mendil şeklinde katlayarak tepsiye diziyorum. Önceden ısıttığım fırında yarım saat pişirdikten sonra servis yapıyorum.

         Tüm okuyucularımıza afiyet olsun…


         Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?

      SC: Ben aynı zamanda bir kişisel gelişim uzmanıyım. Bu konu ile ilgili ilerde bir televizyon programı yapmayı planlıyorum. Diğer yandan yakın bir arkadaşımla ara sıra senaryo çalışmaları ile ilgili bir araya geliyoruz. Ülkemizin şu anda en çok ihtiyaç duyduğu duygunun birlik ve bütünlük bilinci olduğuna inandığımız için bize ortak değerlerimizi hatırlatan ve hepimizi kucaklayan bir dizi ya da sinema filmi senaryosu üzerinde çalışıyoruz.

         Ve tabii yeni romanlar yazmak…


        Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız ve cevabınız ne olurdu?

        SC: En iyi romanımı yazıp yazmadığımı sorardım kendime…

        Cevabım hayır olurdu. Ne yazarsam yazayım hep daha iyisini yazabilme duygusu eşlik edecek bana bunu biliyorum.

        Ve bu güzel röportajı yapma imkânını bana sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

        Sevgiyle kalın…

       Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için tekrar teşekkür ediyorum.

            Lale Bollukcu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder