8 Ekim 2017 Pazar

Hayalim “Vadideki Zambak” gibi bir Balzac Klasiği yazabilmek… Metin Köse

Kitaplarında işlediği konuları yazmadan önce detaylarıyla araştıran ve romanları belge-tarih olarak yorumlanan yazarımız Metin Köse ile geçtiğimiz Mayıs ayında yayınlanan “Aç Kapıyı Ben Geldim” isimli romanı ve yazın dünyası hakkında şahane bir röportaj yaptık…




Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.
MK: Ben teşekkür ederim. Bu edebiyat dostlarıyla bir sohbet benim için.

            Edebiyata olan tutkunuz nasıl gelişti? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?
MK: Aslında bu çocukluğumdan beri vardı. Bir arkadaşımın avukat olan ağabeyinin kitaplarına bakarken içim gider, ona özenirdim.  Çok değerliydiler benim için. Kitaplarım olmasını hayal ederdim. Bir kitabın sayfalarına bakarken, en az kristal bardakların tozunu alan biri kadar titizdim. Gazeteleri en küçük yazılarına kadar okurdum. Çizgi romanları, Kemalettin Tuğcu kitaplarını ve özellikle Gırgır Dergisini. İçimde hep bir yazma tutkusu vardı. Ancak büyüdüğüm ortamda beni yönlendiren biri olmadı. Size komik bir olay anlatmak istiyorum. İlkokul 3. Sınıftayken gazetede okuduğum bir haberden etkilenip ben de hayatımı yazmaya kalkmıştım. Hayatımda ne varsa (!) Şöyle güzel bir girişle doğduğum gecekonduyu yazmaya çalışırken, daha ilk başta sıkılıp top oynamaya gittim. Notları masada unutmuşum. Ağabeyim uzun zaman -Vay be büyük yazara bak. Ulan kaç yaşındasın ki hayatını yazıyorsun- diye eğlendi benimle.

Zonguldak Kozlu Lisesi 2. Sınıfa geçince fen ve edebiyat bölümleri vardı. Edebiyata gidenlerle -kafası çalışmıyor- diyerek alay ederlerdi, mecburen fen bölümüne gittim. Sonrası da öyle devam etti. Fen fakültesi ve matematik. Yine de çok dikkatli okuyan biriydim. Sosyal bir insandım ama hep fen bölümlerine gittim. TRT Spikerleri gibi güzel konuşmaya özenirdim. Sesimi teybe kaydedip dinler hatalarımı bulmaya çalışırdım. İdol konuşmacım TRT nin ilk haberini okuyan rahmetli Zafer Cilasun’du. Onun gibi konuşmaya çalışır ve banyoda sesimi duvara çarptırarak şiirler okurdum.
İş hayatı devam ederken bir yandan da geceleri radyo programları yapıyordum. On yıl sürdü. Ardından üç yıl TRT Televizyonunda program yaptım. Bu arada yerel gazete ve dergilerde yazıyordum. İki tane şiir albümüm yayınlandı. Albümlerim Çankaya Geştalt Psikoterapi Derneği’nde sesim dinlendirici bulunarak terapi amaçlı kullanılıyor. Bütün bu birikimlerin sonucunda kitap yazmaya başladım. Görme engelliler için Mevlana’nın Mesnevisini seslendirdim.
Beni kitap yazma konusunda asıl tetikleyen Rusların ünlü yazarı Alexandre Puşkin’dir. Puşkin, -Goryuhino Köyü Tarihi- isimli öyküsünde -Köyümün tarihini yazdım. Öyle mutluyum ki, artık huzur içinde köşeme çekilebilirim- diyordu. Bu söz beni ateşlemiştir. Puşkin gibi bir yazarı -artık köşeme çekilebilirim- dedirtecek kadar mutlu eden bu olayı yaşamak istedim.
Maden şehir Zonguldak’ı ve köyümü anlatan Mükellefiyet, Göl Dağı, Büyük Yürüyüş isimli üç roman yazdım. Bolu Sancağı’nın Hızır Bey İli Evkaf Defterinden köyümün 700 yıllık tarihini bulup çıkardım. Üstelik soyadımla birlikte. Köyüme törenle bir kitabe yaptırdım. Ve şimdi söylüyorum. Puşkin haklıymış. Çok mutluyum. Ancak köşeme çekilmiyorum.


           Yazdığınız kitaplarda  genellikle toplumsal olaylara ilişkin konuları ele almışsınız. Maden ocaklarında meydana gelen felaketler, deprem ve yeni yayınlanan kitabınız “Aç Kapıyı Ben Geldim”de de Safranbolu’da yaşanan mübadele yıllarını yazmışsınız. Yazmaya başlamadan önce nasıl bir hazırlık yapıyorsunuz?
MK: Yazmaya başlamadan önce o konuyu bir yıl boyunca araştırıyorum. Konuyla ilgili kişilerle defalarca uzun görüşmelerim olur. Yazma süreci de en az bir yıl sürer. Bu süreçte ben, bir nehrin akışı gibi çeşitli olaylar yaşarım. Dingin, durgun, gergin, çağlayan, köpüren vb. Benim için çok zor ancak çok da zevkli bir süreçtir. O dönemde oldukça canlıyımdır. Çünkü tüm roman karakterleri benim içimdedir. Onların çatışması beni diri tutar. Ancak roman bittiğinde ise tüm karakterler çekip gider. O zaman üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Oyuncakları elinden alınan bir çocuk gibi mutsuz olurum. Tüm enerjim biter. Bu mutsuzluk ise yeni bir romana başlayıncaya kadar devam eder.

Mükellefiyet, Göl Dağı ve Büyük Yürüyüş romanlarım maden tarihini anlatan bir üçlemedir. 1867 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Zonguldak Köylüleri 21 yıl boyunca zorla madenlerde çalıştırılmış. Mükellefiyet romanımda bunu anlattım. Zorla çalıştırma ikinci olarak 1940-48 de Cumhuriyet döneminde olmuş. Bunu da Göl Dağı ‘nda anlattım. Büyük Yürüyüş ise 1991 yılında Yüz bin madencinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşünü anlatıyor. Ben Zonguldaklıyım.  Babam Başmadenciydi.  Bütün akrabalarımız, komşularımız madenciydi. Buna rağmen yine de konuyu tekrar tekrar araştırdım. Bazı iş kazalarına çocukken şahit olmuştum.
Aç Kapıyı Ben Geldim ise Safranbolu’yu ve Safranbolu’dan Skydra (Yunanistan) ‘ya mübadeleyi anlatır. Bunun için Safranbolu’ya gittim, fotoğraflar çektim. Yerel tarih araştırmacılarıyla görüştüm. Demek istediğim şu ki; bir konuyu yazmadan önce mutlaka detaylarıyla araştırıyorum. Belgeler üzerinde gitmeye çalışıyorum. Bu yüzden romanlarım belge-tarih olarak yorumlanıyor.


Yazdığınız şiirleriniz ve şiir albümleriniz de var. Sizce şiir nedir? 
MK: Şiirin çok farklı tanımları var. Muzaffer Tayyip Uslu’ya göre şiir bir eda. Cemil Meriç’e göre gönlün dili. Paul Sartre’ye göre ise sözcükler patlamaya hazır bomba.  Bunun gibi birçok yazarın kendince tanımları var.  Bana göre insan duygularını coşturan sihirli metinler. Ancak şunu söyleyebilirim; yeryüzünde şiir kadar güçlü, şiir kadar nokta atışı yapabilen başka bir silah yok. Şiir dediğimiz o kısacık metinler duyguları o kadar güzel ifade ediyorlar ki; yeryüzündeki bağımsızlık savaşlarını diri tutan, can veren sözler hep şiirdir. Bağımsızlık marşları şiirdir. İnsanları kitleleri kuşatıp coşturan şiirdir. Bütün şarkıların türkülerin kökeni şiirdir. Bu yüzden tüm diktatörler ve nemrutlar şiirsel metinleri yasaklarlar. Tarihte şairler katledilmiştir. Sürgüne gönderilmiş ya da hapsedilmiştir. Nesimi’nin diri diri derisi yüzülmüştür. Bunun yanında aşk ve sevgi duyguları da yine şiirle ifade edilir. Güzel sözlerden kim etkilenmez ki!


Şiir ve yazı yazmak sizin için ne ifade ediyor?   
MK: Kendimi ifade ediyorum. Yaşamda her insan kendisini ifade etmeye çalışır. Bu var olmanın gereğidir. Herkesin ifade tarzı da farklıdır. Her meslek aslında o insanı ifade eder. Bence şiir ve yazı da öyle. Kendini ifade edebilmek. Ancak yazan insanların şöyle bir yanı daha var. Yazarlar ve şairler doğaları gereği çok duyarlı olduklarından etkilendikleri olayları kaleme dökemezlerse iç dünyalarında büyük sorun yaşarlar. Bu insanlar bir baraja benzer. Suyu biriktirir ancak belirli aralıklarla ve kontrollü olarak yine bırakırlar. Buradaki su duygulardır. O baraj sanatçı, yazı ve şiir ise sanat eseri. Sanatçılar, etkileşimi çok yüksek olan insanlar olduklarından üretmek zorundadırlar. Yoksa ciddi bir yıkım yaşarlar. Edebiyatımızın ünlü öykücüsü Sait Faik Abasıyanık şu sözüyle bunu açıklamıştır: “Yonttum, yonttum ve yazdım. Yazmasam deli olacaktım.”


           İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?
MK: Şüphesiz bir yetenektir. “Herkes yazabilir mi?” Sorusuna gelince, bunu denemeden bilemezsiniz. Belki yetenek vardır ancak bunun olup olmadığını anlamak için bile uzun bir uğraş vermek gerekir. Çünkü hiçbir yetenek tek başına bir anlam taşımaz. Ancak o konuda yoğun çalışmalarla ortaya çıkar, olgunlaşıp gelişir.  Yine de yazmanın temel alt yapısını şöyle görüyorum; olaylar karşısında içsel bir yolculuk yaşıyorsanız yazmayı deneyin, derim.  Özellikle “hayatımı yazsam roman olur” diyenlerin yazmayı denemesini öneririm. Çünkü romanlardaki konular yaşamlarımızdan çıkıyor. Ve bir olayı yaşayanından daha iyi kim yazabilir!


           Kelimeleriniz nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Şimdi insan konuya yoğunlaştığı dönemlerde sürekli yazıyor.  Bunun için kâğıt, kalem veya bilgisayar gerekmiyor. O anlarda beyniniz sürekli not almakla meşgul. Günlük yaşama devam ederken günlük yaşamdan kopuyorsunuz. Bunun bende nasıl oluştuğuyla ilgili şunu söyleyebilirim. Daha en başta konunun araştırılma sürecinde bir içsel yolculuk başlıyor. Hızla otomobil kullanan sürücünün hep ileri bakması gibi. Yazdığınız olayları yaşamaya başlıyorsunuz. Bu bir tutkuya dönüşüyor. Büyük bir iştahla ve sürekli artan şekilde devam ediyor.
Nehir benzetmesi yaptım ya. Coşuyorsunuz, çağlıyorsunuz. Dinginleşiyorsunuz. İşte kalemin raks etme dönemi bu.
Özellikle maden romanlarımı yazarken birçok sahnede ağladığımı itiraf etmeliyim. Konuyu araştırırken kurgu da kafanızda oluşmaya başlıyor. Sonra ilk paragraf. Bu çok önemli. Araştırma ve kurgu tamamen bittikten sonra ilk paragrafın nasıl olacağına karar verebilmek için günlerce kaldırımlarda yürürüm. Mükellefiyet romanım için tam iki ay yürümüştüm. O süreçte duyguların doruğuna çıkıyorsunuz. Zaten yaptığınız iş duyguları yazmak. Hepimiz et-kemik yığınıyız. Bizi farklı kılan duygularımızdır.


           Benim bir de yemek kültür bloğum var. En sevdiğiniz yemek hangisidir?
MK: Ben bir maden işçisinin çocuğuyum. Dolayısıyla yaşamımda yemek seçme gibi bir lüksüm hiç olmadı. Ne pişerse onu yiyerek büyüdüm. Bugün de aynı. Evde ne varsa o. Ancak eşimin yaptığı musakka ve taze fasulyeyi çok seviyorum. Bir de salatanın suyuna ekmek banmaya bayılırım.


           Farklı yörelere, kültürlere ait yemekleri sever misiniz?
MK: Evet seviyorum. Örneğin Konya kebap. Lahmacun ve Perde Pilavı çok güzel.


            Yemek yapmak, yazı yazmak… Size nasıl duygular veriyor?
MK: İkisi de beni çok mutlu eder. Benim için bir çeşit terapi. Yazı masasından kalktığım an çok neşeliyimdir. Şarkılar söylerim. Yemek yaparken de şarkılar söylerim. Moralim bozuk olduğunda yemek yapmak dinlendirir beni.


            Sevdiklerinize özel anlarda yaptığınız bir yemeğin tarifini verebilir misiniz?
MK: Bizim evde hafta sonu kahvaltılarını hep ben hazırlarım. Biberli ve bol soğanlı menemen yaparım. Soğanlar hafiften yanıyor gibidir. Kızım, soğan karamelize edilmiş diye sürekli beni teşvik etse de, kahvaltıyı hazırlamam için gaza getiriyor sanırım(!)  Bilemiyorum. Ancak şimdilik soğanı karamelize edilmiş(!) menemen hazırlamaya devam ediyorum.


           Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?
MK: Ben bir Honore de Balzac hayranıyım. Balzac’ın insanı alıp götüren betimlemelerine bayılıyorum. Müthiş bir yazar. Çok tutkulu bir insan. Yazarken kendinden geçen ve tüm gece sabaha kadar yazan biri. İnsanlık Komedyası adını verdiği 85 kitap yazmış. Bunların 40 tanesi dilimize çevrilmiş. Onun gibi yazabilmeyi çok arzu ediyorum. Hayalim Vadideki Zambak gibi bir Balzac Klasiği yazabilmek.


              Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi kendine en çok çeken yazar hangisidir? Neden?
MK: Türk yazarlardan ilk olarak Kemal Tahir, Cemil Meriç ve Sabahattin Ali gelir. Hepsinin kitaplarından bende derin izler vardır. Kemal Tahir, realist bir yazardır. Birilerine övgüde bulunma derdine düşmemiştir. Esir Şehir üçlemesinde işgal altındaki İstanbul’da bazılarının çıkar için ihanet ederken yoksul Anadolu insanının mücadelesini gerçekçi bir dille anlatmıştır. Cemil Meriç, Balzac çevirilerini dilimize ilk kazandıran kişidir. Altın Gözlü Kız’ı çevirmiş ama kitap basılmamış. Cemil Meriç kimbilir ne kadar üzülmüştür. Sabahattin Ali’nin tüm kitapları muhteşem. Büyük bir anlatım gücü var. Özellikle Kürk Mantolu Madonna tekrar tekrar okunmalı.

Dünya yazarlarından Balzac, Tolstoy, Goethe ve Cengiz Aytmatov. Son dönemde Murakami. Balzac zaten tutkularıyla yazan bir insan. Tolstoy, Savaş ve Barış’ın önsözünde bile bir insanlık dersi verir. Çılgınların kahraman gösterildiği bir dünyada yaşadığımızı, savaşların bu çılgınlar yüzünden çıktığını Tolstoy’da görürsünüz. Goethe’nin Faust’unu dünya bilir. Tüm kitaplarından sonra asistanı Akkerman’ın anılarını da araştırdım. Goethe’nin insana pozitif enerji veren bir yüz ifadesi var. Beni öyle etkiledi ki, Goethe’ye -Aziz Dostum, size 174 yıl uzaktan yazıyorum- diye başlayan bir mektup yazdım. Aytmatov için şunu söylerim: Toprak nedir anlamak isterseniz Toprak Ana’yı okumalısınız. Dişi Kurdun Rüyaları’nı okuduktan sonra, yolda karşılaştığım kurt köpeği gezdirenlere -Bu kurdun sizi nasıl gördüğünü anlamak isterseniz Dişi Kurdun Rüyaları’nı okumalısınız- demeye başladım. Bazıları gülüp geçti tabi. Ancak bir yazarın duygu yoğun süreci bu işte. Murakami’de ise bitmeyen bir enerji bulursunuz. Bir insanın idealleri uğruna neler yaptığını görmek isterseniz Murakami’nin -Koşmasaydım Yazamazdım- kitabını tavsiye edebilirim.


            Yazdığınız onca kitap arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?
MK: Epeyce var. Hemen aklıma gelen son romanım Aç Kapıyı Ben Geldim’deki bir şiir.

Gül reçeli yapan kadınların
Yüzünde güller açarmış
Yüzünde güller açan kadınlar
Güllerden reçel yaparmış


      Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne olurdu?

MK: Şunu sorardım: Bu kadar az kitap okunan bir ülkede yazmaya çalışmak doğru mu?
Yanıtım şu olurdu: Yanlış! Yanlış ama ben kitapları kendim için yazıyorum. Çünkü kitaplarım beni ifade ediyor.

             Değerli vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.                                                                                                     



                        Lale Bollukcu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder