13 Temmuz 2017 Perşembe

Yazmak şahlanmaktır… Demet Altınyeleklioğlu

Aylarca çoksatanlar listesinde yer alan  ilk romanı Moskof Cariye Hürrem ile okuyucuların gönüllerine taht kuran değerli yazarımız Demet Altınyeleklioğlu ile edebiyat tutkusu ve yazarlık üzerine denizin mavisi eşliğinde harika bir röportaj yaptık…
  


Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.

Uzun yıllar TRT’de görev yaptınızEdebiyata olan tutkunuz nasıl başladı? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?
Hayatımda yazı her zaman vardı. Eğitim sürecinde kendimi yazıyla güzel ifade edebildiğimin henüz bilincinde değildim. Ama üniversite ve yüksek lisans yıllarımda, sosyal bilimlerin fikirsel savunu gerektiren derslerinde çok daha başarılı olduğumu gördüm. Sonra 30 yıllık televizyonculuk hayatımda prodüktör olarak çok fazla metin yazdım tabii. Hatta metin yazarlığı konusunda hizmet içi eğitim aldım. Yazmak bilinç enerjimizin sözcüklere dönüşmüş halidir bence. Kâğıtta enerji yarattığınızı anladığınız anda artık yazmadan duramıyorsunuz.

Tarihi kurgu yazarı olarak romanlarınızı yazarken hazırlık çalışmalarınızı nasıl gerçekleştiriyorsunuz?
Ah, en zor soru. Konu veya kahramanın kafamda aniden doğuvermesiyle başlayan bir maratondur bu. Yazacağım dönemden önce kahramanla içselleşmeye çalışırım. Onu anlamaya, yaşadıklarını sindirmeye, onun yerine düşünmeye, onun yerine tepki göstermeye ya da isyan etmeye, boyun eğmeye, ne derseniz deyin o olmaya çalışırım. Bu ne kadar sürüyor bilmiyorum, ama bir an geliyor, ‘Tamam artık o’sun’ diyor içimden bir ses. “Hürremsin, Kösemsin, Lamia’sın. Allecra’sın.” Ondan sonra,  en az 8-10 ay araştırmaya harcıyorum. Bir sürü kitap, yüzlerce, binlerce internet sayfası karıştırıyorum. Notlar alıyorum. Çoğu kez yabancı kaynaklara uzanmak gerekiyor. Bu sürecin bir yerinde yazma arzusu tetikleniyor içinizde. Bazen sular seller gibi, bazen duraklayarak, bazen ara vererek bir yıla yakın, bazen daha fazla devam ediyor bu çalışma da. Yeni bir bölüm yazdığımda, bazen daha önce yazdığım bölümlerde değişiklik yapmak gerekiyor, ya da onları yok sayıp yeniden yazmak. O ana kadar hiç aklınızda olmayan yeni bir kahraman kıpırdamaya başlıyor içinizde. Bütün dengeleri değiştiren bir doğum oluyor bu bazen. Roman yazmak çileli iştir. Fakat bitirdiğiniz zaman yaşadığınız büyük manevi tatmin duygusu bu çileyi omuzlamanıza değer.

En son yayınlanan romanınız Roma Kulübü’nün yazım süreci ne kadar sürdü?
Yazımı en uzun süren romanım oldu.  Her kitabın tamamlanması genellikle iki seneyi buluyor. Çünkü siz de takdir edersiniz, öykü kurgusu değil yaptıklarım. Kurgu karakterlerle, kurgusal bir zamanda yazarın hayalindeki kurgu atmosferinde geçen bir roman da değil. Ben 2009 yılından bu yana Türkiye’de tarihi kurgu yapan tek yazarım her halde. Belki benden başkası da vardır da, ben duymamışımdır, bilemedim. Gerçek tarihi kurgu en zor roman türü bence. Dönem tarihine sadık kalmak birinci şart. Bir yandan tarihe sadık kalırken, bir yandan da okuyucuyu sürükleyecek, romanın içine çekecek kurgu katmanlarını, işte ne bileyim, aşkları, kara sevdaları, hüsranları, çaresizlikleri, ezilmişlikleri, ihtirasları, entrikaları, savaşları tutarlı bir bütünlük içinde yerleştirmeniz gerekiyor. Bir de devamlılığa önem vereceksiniz tabii. O nedenle Roma Kulübü yazımı neredeyse üç yılı buldu. Çünkü dönemin sadece bu topraklarda geçen tarihini değil, müttefik devletlerin dönem tarihini, stratejilerini, devlet politikalarını, Osmanlı ile millicilerin ayrışmasını, bir enkazın ayaklanışını v.s tüm ayrıntılarıyla incelemem ve anlatmam gerekti.

Kitaplarınızı yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız yoksa bu yazarken şekillenebilecek bir durum mudur?
Kitabın ana teması belli olduğunda mesajım da aşağı yukarı bellidir aslında. Çünkü insan bunca yıl biriktirdikleriyle olgunlaştırdığı bir görüş dağarcığına sahip oluyor. Buna kimlik, kişilik de diyebiliriz, ideoloji de. Pek az sapma şansı olan bu dağarcıktan çıkacak mesajlar da haliyle sizi siz yapan doğruların bir sentezidir. Ancak romanın ilerleyen kurgusu içerisinde elbette ardı ardına gelen esinlerle üremiş ikincil mesajlar oluşuyor.

Kelimeleriniz nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Çok sancılı bir sürecin ardından hissettiğiniz o huzurun ilk temasıyla. Gerek kurgu roman yazımında, hatta gerekse çeviride, beyin yorgunluğu bir yana, bedensel olarak da bitap düştüğünüz çok oluyor. Öyle bir konsantrasyon ve aşırı duygu seli içinde olmak gerekiyor ki, ruh maddeyle beslenmeye geçiyor sanki. Size kanavanın şekillendiğini hissettiren o Nirvana, kalemin kendiliğinden kâğıt üzerinde dolaşmasını sağlıyor.

Yazı yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Yazı yazmak şahlanmaktır. Ben içinde yaşadıklarını, kâğıda, bütün kaosu, kavgası, güzeli, çirkini, ağlanmışlığı hatta mide bulandırıcılığıyla, -evet evet, tiksinti de insana özgü bir duygudur ve anlatılmaya muhtaçtır.- layıkıyla kâğıda dökebilenlerin seçilmiş insanlar olduğunu düşünüyorum. Kurgu roman yazarı, deli olabilir, bir gün ağlayabilir, bir gün gülebilir, bir gün önce çok sevdiğine, bir gün sonra nefretle bakabilir. Aslında o yarattığı kahramanı ve yan kahramanlarıyla yaşıyordur. Zordur kurgu roman. İnsandan alır alır götürür. Hem uçmak, hem sistemli olmak zorundasınız; düşünebiliyor musunuz? Hem çılgın, hem ayağını yerden kesmeden; kurgusal döngüyü ekseninde tutacak kadar da dingin.
Türkiye’de böylesi bir kurgu roman yazarına henüz gereken değerin verildiğini düşünmüyorum. Her kesim tarafından çok çabuk tüketilebiliyorsunuz. Ya da işte böyle bir paramparçalıkla yazdığınız roman yanlış tanıtım stratejisinin, hatta tanıtımsızlığın kurbanı olabiliyor. İğneyle kuyu kazarak, akıl ve beden sağlığınızı yitirerek, hayatı erteleyerek, ıskalayarak yarattığınız 800 küsur sayfa raf ömrünü tamamlayıp yayınevlerinin depolarında çürümeye terk edilebiliyor. Yazmak bana özgünlüğü ifade ediyor. Her yaratıcı özgün eser değerini bulmalıdır. Toplum ve toplumu oluşturan her sektör ona hak ettiği değeri vermekle yükümlüdür. Fakat ben iyimserim. Etrafınıza baksanıza: Bu toplum her şeyin kurgu olduğu bir süreçten geçiyor. Dünyada bizim halkımız kadar kurgusallıklar içinde kurgulanan başka bir millet olduğunu sanmıyorum. O nedenle bu gönüllü kurgusal kurgulanmanın eninde sonunda sanata da yansıyacağına inanıyorum. Kurgu vizyonu bir gün ülkemizde de zirveyi bir yakalayacaktır. Neticede kâğıda aktarılan sözler zamansızdır. Zamanı yoktur. Yazılı eser bundan bin sene sonra da geçerli akçedir yani.

Televizyonculuğu özlediğiniz zamanlar oluyor mu?
Her yaşı kemale ermiş insan eskiyi özler ya… Ben de, televizyonculuğun ilkeli olanını özlüyorum. Eğiten, bilgilendiren, sanat, kültür ağırlıklı, seviyeli kamu yayıncılığını benimseyen, yani benim çalıştığım dönemlerdeki tarafsız görsel ve optik değerlerin ön planda tutulduğu bir televizyonculuğu özlüyorum. Yozlaşma önce TV sektörünü vurdu ne yazık ki. Şu günlerde televizyonculuk yapmayı hiç istemezdim açıkçası.

2007 yılından bu yana 40 civarında kitap çevirisi yaptınız. Çeviri yaparken nasıl bir yol izliyorsunuz? Çevireceğiniz kitabın seçimini nelere göre belirliyorsunuz?
Çeviri yapacağım kitabı önceden okumuyorum artık. Çünkü okurken dış şartlar duygusal kırılmalara neden olabiliyor. Ama çeviri sırasında sadece siz ve o var. Yani çevirdiğiniz kitap. İşte o efsunlu yoğunluğu yaşamak için doğrudan çeviriye dalıyorum. Bitince redaksiyon yaparken okumak çok keyifli oluyor.
Çevireceğim kitabın seçimi benim elimde değil. Yayınevi karar veriyor. Ben sadece arzumu dile getirebilirim. Zaten önemli de değil pek. Tür yelpazesini genişletmek benim de ufkumu açıyor.

Şu an benim de memleketim olan Bodrum’da yaşıyorsunuz. BODRUM denilince sizin için önemli olan üç şey nedir? Neden?
Özgürlük, sükunet, doğa.
Bodrum’a yerleşmek hayatımda verdiğim en radikal kararlardan biri oldu. 59 sene Ankara ve İstanbul’da yaşadıktan sonra Bodrum’da sessizliği dinlemeye ihtiyacım varmış. Bir zamanlar âşık olduğum İstanbul’u artık kaybettik. Bu benim içimi çok acıttı. O yüzden görmek bile istemiyorum. Sadece bazı etkinliklerden ve kitaplarımla ilgili tanıtım faaliyetlerinden uzak kaldığım için üzülüyorum.

Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir?
Ben İngiliz klasiklerini ve popüler kurgu romanlarını çok seviyorum. Viktoryanlık var biraz ben de.

Yakın tarihte adını duyup okuduğunuz yazarlar kimlerdir?
Emily Dickinson ve Philippa Gregory. 

Benim bir de yemek kültür bloğum var. Yemek yapmak ve yemek yemek ile aranız nasıl?
Çok severim.  

Farklı kültürlere ait yemekleri sever misiniz?
Bayılırım.

Yemek yapmak yazı yazmak… İçinizde hangi duyguların esmesine neden oluyor?
Yemek yapmayı da, yemeyi de çok severim. Yemekli dost meclisleri vazgeçilmezimdir. Yemek yaparken de, yazarken de kendimi unutuyorum. Güzel de yemek yaparım. Zaten laf aramızda hayatım yemek yapmak ve yazı yazmakla geçiyor. Bodrum’da yoğurdumu filan da kendim yapıyorum. Turşu kuruyorum. Kadınsı duygular bunlar. Hoşuma gidiyor.

Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle paylaşır mısınız?
Ben size aile memleketim Antalya’dan bir tarif vereyim, ama bende şu kadar gram, bu kadar tutam diye bir tarif yoktur. Yaparken her aşamasında tadarsınız artık.
Evet, konumuz HİBEŞ.
Malzeme:
————
1.Tahin
2.Zeytinyağı
3.Limon
4.Kimyon
5.Kırmızı biber (isteğe bağlı tatlı veya acı)
6.Sarımsak
7.Çok az tuz

Tahini çukur bir kâseye boşalttıktan sonra zeytinyağı ve limon ilave ederek çatalla sürekli çırpıyoruz. Limon bol olmalı. Çünkü tahini toparlıyor ve sertleştiriyor. Sonra bütün baharatları ve sarımsağı ekliyoruz. Karıştırmaya devam. Limon ve kimyon hibeşin ana unsurları. Bunları bolca kaldırabiliyor. Damak zevkinize göre sarımsağı da bul tutabilirsiniz.
Servis tabağına aldıktan sonra maydanozla süslerim genellikle.

Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?
Elimde yazmakta olduğum tarihi bir roman var. Daha ilerisini şimdilik göremiyorum. Zaman gösterecek.

Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne olurdu?
Sorularınız çok içten, çok doğal, hayat doluydu. Ben de şöyle bir soru sorardım belki: Yazdığınız onca kitap arasında aklınızda yer eden bir replik bir pasaj var mı?
Cevabımı da ilk baskısı 2010’da yayınlanan Alkışlarla Lamia romanından verirdim herhalde:
“… tiyatro sahnesinde kraliçe rolü oynadığını düşünerek azametle yürüdü. Kendini ilk defa bu kadar özgür, bu kadar güçlü hissetti. Hani kapıyı açsa pır diye uçup gidiverecekti sanki. Sarı bir kelebek gibi.”
Herkese özgürlük denizinde doyasıya kulaç atabilecekleri yarınlar diliyorum.
Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederim.

      Lale Bollukcu