Değerli
yazarımız Hasan Saraç ile muhteşem güzel bir havada yaptığım İzmir gibi sıcacık
içten söyleşi…
Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı
verdiğiniz için teşekkürler. Hasan Saraç kimdir? Bize kendinizi kısaca
tanıtabilir misiniz?
Hasan Saraç: Babam fizik profesörü, annemse lise
tarih öğretmeniydi. 1951 yılında Ankara’da doğdum, ortaokulu İzmir’de, liseyi
Ankara Fen Lisesi’nde bitirdim. ODTÜ’den Bilgisayar Mühendisi olarak mezun
oldum, 1985 – 1988 yıllarında Harvard Business School OPM programına katıldım.
Bizim evde
her türlü kitap bulunurdu, çok geniş bir kütüphanemiz vardı. Annemiz bize
yemeklerde tarihten, okuduğu kitaplardan bahsederdi. Böyle büyüdük. O tadı
alınca insan bir daha okumayı bırakamıyor. Bazen ‘ne tür eserler okursunuz’ diye
soranlar oluyor. İlk gençlik döneminde, üniversite yıllarında ve sonrasında değişik
türden (bilim-kurgu, gerilim, klasikler vb.) romanları okudum. Yıllar geçtikçe
zevkler, ihtiyaçlar değişiyor. Son zamanlarda daha çok tarih kitapları,
biyografiler, otobiyografiler okuyorum.
Lale
Bollukcu: Peki, yazı yazmaya nasıl başladınız? Mutlaka sizi etkileyen bir şey
olmuştur ki yazmaya gönül vermişsinizdir? Okumak başka bir şey yazmak başka…
Hasan Saraç: 2009 yılında emekli oldum. Otuz yedi
yıllık meslek hayatım boyunca hep insanlarla iç içe oldum ve çevremdekileri
eğitmeye elimden geldiğince önem verdim. Yurt dışında yeni çıkan mesleki
eserlerden özet çıkartır, şirket içi seminerler düzenlerdim. Sanırım anlatmaya
böyle başladım. İşten ayrıldığımda ilk olarak özgeçmişimi yazdım. Daha sonra da
ilk romanımı yazmaya başladım. Yaklaşık yedi yıldır sürekli yazıyorum. Eskiden
hiç olmazsa hafta sonları tatil yapardım. Şimdi ise haftada yedi gün mesai
yapıyorum.
Lale
Bollukcu: Devamlı yazı yazıyorsunuz, üretiyorsunuz
Hasan Saraç: Zamanla gelen bir alışkanlık bu.
Hele yazar olmak istiyorsanız temponuzu, disiplininizi hiç bozmamanız
gerekiyor. Aslında edebiyat dünyasının büyük ustaları diyor böyle, ben yalnızca
onların ne söylediklerini paylaşıyorum sizinle. Üslubun gelişmesi için sürekli
okumak, hiç durmadan yazmaya devam etmek ve kendine güven duymak çok önemli. Bu
süreç elbette yıllar alıyor, sabır ve özveri istiyor.
İlk romanım Çapraz Oyun yayınlandıktan sonra yaklaşık altı ay boyunca her
gün bir kitap tanıttım facebook ortamında. Amacım kitap okurlarını edebiyat
dünyasının farklı tatlarıyla buluşturabilmekti. Bu aşamada Edebiyat Haber’den yazar
portreleri hazırlamam konusunda bir davet aldım. Ben de edebiyat dünyamıza ve
genç okurlarımıza küçük bir katkım olsun istedim ve bu projeyi hayata geçirdim.
Bazı portreleri hazırlarken yüzü aşkın kaynaktan yararlandığın oldu.
Röportajların
çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu işi hakkıyla yapan Paris Review gibi çok saygın kuruluşlar var. Bu söyleşileri
okuduğunuzda o yazar hakkında bilmediğiniz çok şey keşfediyorsunuz. Daha da
önemlisi yazma sanatı ile ilgili düşüncelerini öğreniyorsunuz. Portrelerimi
hazırlarken bu dosyalardan yararlanma fırsatım oldu. Sanırım yetmişe yakın
yazar, ressam, bestekâr portrem yayınlandı Edebiyat Haber sitesinde.
Bu hafta itibariyle de beşinci romanım Aynadaki Adam okurlarıyla buluştu.
Kurgusu tamamlanmış, iskeleti oluşturulmuş iki romanım daha var bilgisayarımda,
şu anda sekizinci romanımın üzerinde çalışıyorum.
Lale
Bollukcu: Kelimeler nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Hasan
Saraç: Kelimeleri dans ettirme konusunda iddialı değilim ne yazık ki. Buna
karşın, oldukça karmaşık kurguları rahatlıkla oluşturabildiğimi söyleyebilirim.
Her işte olduğu gibi yazarlık yolunda da öğrenmenin sonu yok. Kat edilecek,
üstesinden gelinecek pek çok aşama var. Roman karakterlerine gelince…
Yazarların karakter yapısı, yaşam hakkındaki düşünceleri satırlarına yansıyordur
diye düşünüyorum. Örneğin ben iflah olmaz bir iyimserim, dolayısıyla kötümser
karakterlere romanlarımda fazla rol veremiyorum. İçimden gelmiyor. Başı derde
giren ama o sorunlarla mücadele etmeyi göze alan ve sonunda amacına bir şekilde
ulaşan karakterler yaratmak daha çok hoşuma gidiyor.
Lale
Bollukcu: Sizce bu eserler nasıl bir süreçten geçiyor, nasıl oluşuyor?
Hasan Saraç: Yazmanın illaki belli bir kalıbı,
özel bir formülü ya da stili olmadığını düşünüyorum. Kuramcı, kısıtlayıcı yaklaşımlar
bence edebiyatın gelişimini kısıtlıyor. Aslında hiçbir sanat kısıtlanmamalı,
özgürce denenmeli, yaşanmalı, gelişmeli. Kafka’ya hepimiz bayılıyoruz, dünyanın en
değerli yazarlarından biri olduğunu düşünüyoruz. Oysa öldüğünde şu an bilinen
beş romanından yalnızca bir tanesi basılmıştı ve pek az satmıştı. Başka
yazarların ve ressamların da benzer hikâyeleri var. Van Gogh’u herkes tanır,
dünyanın gelmiş geçmiş en önemli ressamlarından biri. Portresi de var benim
sitemde. Van Gogh öldüğünde yalnızca birkaç eseri ancak çok ucuz fiyatlara
alıcı bulabilmişti. Hatta boş tuvallerini muhteşem tablolara dönüştüren
boyaları satın alacak maddi gücü bile yoktu, kardeşi gönderirdi o malzemeleri.
Şimdi bir tablosu birkaç yüz milyon dolar ediyor neredeyse…
Bu örnekler önümüzde dururken hiç kimsenin sanata günlük tercihlere göre
sınırlama getirmesini doğru bulmuyorum. Bazı yazarlar planlı ve sistematik
çalışıyor. Bu onların tercihi… Bazıları da yazarken doğaçlama yapmayı tercih
ediyor. Farklı şeylerden esinlenip zaman içinde kurguyu değiştirebiliyor. Roman
kahramanlarını yaratırken o kadar farklı anılardan, okumalardan, gözlemlerden
esinleniyoruz ki, bir nevi kolaj oluşuyor. Hatta ilk başta düşündüğümüzden
biraz daha farklı bir kişilik bile çıkabiliyor ortaya. Sanırım yazmanın keyfi,
yaratıcılığı biraz da burada gizli.
Lale
Bollukcu: Edebiyat Haber sitesinde çok keyif
verici bir Ortak Kitap projesi vardı ve okuyucuların yorumlarıyla 13 Saat + 1 Ömür
adlı romanınız oluştu. Bu projeye katıldığım için özellikle de yazdığım bir
cümlenin olduğu gibi o kitaba aktarılması çok hoşuma gitmişti. Bu projenin çalışması sizin için zor muydu?
Hasan Saraç: Bir insan, daha
doğrusu bir yazar böyle bir projeyi sanırım hayatında ancak bir kere göze
alabilir... O romanın kurgusu genel hatlarıyla kafamda önceden canlanmıştı tabiatıyla,
ancak tek bir satırı bile yazılmamıştı. Hatırlarsanız altı hafta sürdü bu
proje. Her hafta iki bölüm yazıyordum ve Edebiyat Haber’de yayınlanıyordu. Bölümler
yayınlandıktan sonra okurlardan sonraki bölümler için çok farklı öneriler
geliyordu. Bazen sekseni, yüzü buluyordu bu yorumların sayısı. Karakterlerin
fiziki görünümlerinden adlarına kadar pek çok ilginç alternatif, sizin
yaptığınız gibi tek cümlelik öneriler bile geliyordu. Elimden geldiğince bu
önerilere yeni yazılacak bölümlerde yer vermeye çalıştım. Altıncı haftanın
sonunda romanın kurgusu daha net bir biçimde ortaya çıktı ve yaklaşık seksen
sayfası da yazılmış oldu. Bu kısım ilk 13
Saat’e karşılık geliyordu. Sonrasında, geri kalan ‘+ 1 Ömür’ kısmını yazıp romanı tamamladım. Dört ay boyunca her gün
yaklaşık on saat çalıştığımı hatırlıyorum. Hayli yorucu, bir o kadar da güzel
bir deneyimdi.
Lale
Bollukcu: Kitap kapak tasarımlarınızı nasıl yapıyorsunuz?
Hasan Saraç: Yeni bir
yazarsanız kapak konusunda fazla söz sahibi olamıyorsunuz. Ne de olsa
yayınevlerinin kendilerine has bir tarzı var. Zaman geçtikçe kendi tarzınızı ve
tercihinizi kapağa yansıtma şansınız artıyor.
Lale
Bollukcu: Benim şiir kitabımdaki kapak ve içerisindeki resimler kızım Bilge ve
arkadaşı Öykü’ye ait.
Hasan Saraç: Evet, biraz önce
zevkle okudum şiirlerinizi, ilgimi çekmişti. Deniz ağırlıklı…
Lale
Bollukcu: Evet, Bodrumlu olunca denizin yeri ayrıdır benim için. Bir de yemek
ve kültür bloğum var. Bloğumda hem yaptığım röportajları yayınlıyorum hem de
unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yazmaya çalışıyorum. Geleceğe kayıt olması
için…
Hasan
Saraç: Kültürleri yaşatmanın önemli olduğuna ben de katılıyorum. O yüzden
de tarihi, gelenekleri araştırarak kurgumu zenginleştirmeye özen gösteriyorum
elimden geldiğince. Bu illaki şart mıdır bir roman yazarken, hayır değildir.
Ama bir roman okurken yeni bir şeyler öğrenmenin de önemli olduğuna inanıyorum,
sıradan bir yemeğe katılan farklı soslar, lezzetler gibi.
Lale Bollukcu: Yazarken de
cesuruz. Yazı yazarken ve bu
değişik sosları oluştururken iç dünyanızda hangi fırtınalar esiyor?
Hasan Saraç: Ben yazarken çok heyecanlanıyorum.
Roman kahramanlarımın bazı halleri beni duygulandırıyor olmalı. Heyecanınız bir
şekilde o satırlara akseder. Okura da yansır, bazı okurlarımın bana yazdıkları
gibi ‘kendilerini o hikâyenin içinde’ hisseder. Bazen de, ‘kitabınızı elimize
aldık ve bitiverdi’ diyorlar. Dilimin fevkaladeliği değil bunu sağlayan.
Sanırım heyecanla, zevkle ve şevkle yazıyor olmam bir şekilde satırlara
yansıyor. Aslında bu her eser için de böyle değil midir? Zevkle ve itina ile
yapılan her iş, hatta kurulan her ilişki daha güzel, daha anlamlı oluyor.
Lale
Bollukcu: Röportajı yapan siz olsaydınız sorulmamış hangi
soruyu kendinize sorardınız?
Hasan
Saraç: Güzel bir soru. Bu romanları yazarken kafanızda önceden tasarlanmış
bir kurgu var mıydı diye sorardım herhalde. Daha önce de belirttiğim gibi,
bence roman yazmanın bir anayasası yok. Örneğin ben bazı romanlarımda
başlangıcı kurguluyorum, bazen de tam tersine final bölümünü en baştan
belirliyorum, hikâye ise zaman içinde gelişiyor. Sanırım işin içinde biraz
bilinmezlik olması beni daha çok heyecanlandırıyor.
Şu ana kadar yazdığım romanlarda yaklaşık
yirmi – yirmi beş önemli karakterim oluştu. Toplumun değişik kesimlerinden
geliyor bu karakterler. Yaşları ve cinsiyetleri de öyle. Bazıları öğretim
üyesi, bazıları emniyet mensubu, bazıları yazar, grafiker, sekreter; bazıları
genç iş adamı veya kadını. Bu karakterlerin önemli bir kısmı bir romandan
diğerine dolaşıyor, zaman içinde farklı özelliklerini sergiliyor ve okurları
şaşırtabiliyor. Romanlarımın fantastik, polisiye ya da psikolojik olması bile bu
süreci etkilemiyor.
Değerli
vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür
ederim.
Lale Bollukcu