26 Mayıs 2016 Perşembe

Hasan Saraç: Bence Roman Yazmanın Bir Anayasası Yok

   

    Değerli yazarımız Hasan Saraç ile muhteşem güzel bir havada yaptığım İzmir gibi sıcacık içten söyleşi…
   



     Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler. Hasan Saraç kimdir? Bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

     Hasan Saraç: Babam fizik profesörü, annemse lise tarih öğretmeniydi. 1951 yılında Ankara’da doğdum, ortaokulu İzmir’de, liseyi Ankara Fen Lisesi’nde bitirdim. ODTÜ’den Bilgisayar Mühendisi olarak mezun oldum, 1985 – 1988 yıllarında Harvard Business School OPM programına katıldım.

Bizim evde her türlü kitap bulunurdu, çok geniş bir kütüphanemiz vardı. Annemiz bize yemeklerde tarihten, okuduğu kitaplardan bahsederdi. Böyle büyüdük. O tadı alınca insan bir daha okumayı bırakamıyor. Bazen ‘ne tür eserler okursunuz’ diye soranlar oluyor. İlk gençlik döneminde, üniversite yıllarında ve sonrasında değişik türden (bilim-kurgu, gerilim, klasikler vb.) romanları okudum. Yıllar geçtikçe zevkler, ihtiyaçlar değişiyor. Son zamanlarda daha çok tarih kitapları, biyografiler, otobiyografiler okuyorum.

   Lale Bollukcu: Peki, yazı yazmaya nasıl başladınız? Mutlaka sizi etkileyen bir şey olmuştur ki yazmaya gönül vermişsinizdir? Okumak başka bir şey yazmak başka…

    Hasan Saraç: 2009 yılında emekli oldum. Otuz yedi yıllık meslek hayatım boyunca hep insanlarla iç içe oldum ve çevremdekileri eğitmeye elimden geldiğince önem verdim. Yurt dışında yeni çıkan mesleki eserlerden özet çıkartır, şirket içi seminerler düzenlerdim. Sanırım anlatmaya böyle başladım. İşten ayrıldığımda ilk olarak özgeçmişimi yazdım. Daha sonra da ilk romanımı yazmaya başladım. Yaklaşık yedi yıldır sürekli yazıyorum. Eskiden hiç olmazsa hafta sonları tatil yapardım. Şimdi ise haftada yedi gün mesai yapıyorum.

     Lale Bollukcu: Devamlı yazı yazıyorsunuz, üretiyorsunuz

     Hasan Saraç: Zamanla gelen bir alışkanlık bu. Hele yazar olmak istiyorsanız temponuzu, disiplininizi hiç bozmamanız gerekiyor. Aslında edebiyat dünyasının büyük ustaları diyor böyle, ben yalnızca onların ne söylediklerini paylaşıyorum sizinle. Üslubun gelişmesi için sürekli okumak, hiç durmadan yazmaya devam etmek ve kendine güven duymak çok önemli. Bu süreç elbette yıllar alıyor, sabır ve özveri istiyor.

     İlk romanım Çapraz Oyun yayınlandıktan sonra yaklaşık altı ay boyunca her gün bir kitap tanıttım facebook ortamında. Amacım kitap okurlarını edebiyat dünyasının farklı tatlarıyla buluşturabilmekti. Bu aşamada Edebiyat Haber’den yazar portreleri hazırlamam konusunda bir davet aldım. Ben de edebiyat dünyamıza ve genç okurlarımıza küçük bir katkım olsun istedim ve bu projeyi hayata geçirdim. Bazı portreleri hazırlarken yüzü aşkın kaynaktan yararlandığın oldu.

Röportajların çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu işi hakkıyla yapan Paris Review gibi çok saygın kuruluşlar var. Bu söyleşileri okuduğunuzda o yazar hakkında bilmediğiniz çok şey keşfediyorsunuz. Daha da önemlisi yazma sanatı ile ilgili düşüncelerini öğreniyorsunuz. Portrelerimi hazırlarken bu dosyalardan yararlanma fırsatım oldu. Sanırım yetmişe yakın yazar, ressam, bestekâr portrem yayınlandı Edebiyat Haber sitesinde. Bu hafta itibariyle de beşinci romanım Aynadaki Adam okurlarıyla buluştu. Kurgusu tamamlanmış, iskeleti oluşturulmuş iki romanım daha var bilgisayarımda, şu anda sekizinci romanımın üzerinde çalışıyorum.

      Lale Bollukcu: Kelimeler nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?

         Hasan Saraç: Kelimeleri dans ettirme konusunda iddialı değilim ne yazık ki. Buna karşın, oldukça karmaşık kurguları rahatlıkla oluşturabildiğimi söyleyebilirim. Her işte olduğu gibi yazarlık yolunda da öğrenmenin sonu yok. Kat edilecek, üstesinden gelinecek pek çok aşama var. Roman karakterlerine gelince… Yazarların karakter yapısı, yaşam hakkındaki düşünceleri satırlarına yansıyordur diye düşünüyorum. Örneğin ben iflah olmaz bir iyimserim, dolayısıyla kötümser karakterlere romanlarımda fazla rol veremiyorum. İçimden gelmiyor. Başı derde giren ama o sorunlarla mücadele etmeyi göze alan ve sonunda amacına bir şekilde ulaşan karakterler yaratmak daha çok hoşuma gidiyor.

    Lale Bollukcu: Sizce bu eserler nasıl bir süreçten geçiyor, nasıl oluşuyor?

     Hasan Saraç: Yazmanın illaki belli bir kalıbı, özel bir formülü ya da stili olmadığını düşünüyorum. Kuramcı, kısıtlayıcı yaklaşımlar bence edebiyatın gelişimini kısıtlıyor. Aslında hiçbir sanat kısıtlanmamalı, özgürce denenmeli, yaşanmalı, gelişmeli. Kafka’ya hepimiz bayılıyoruz, dünyanın en değerli yazarlarından biri olduğunu düşünüyoruz. Oysa öldüğünde şu an bilinen beş romanından yalnızca bir tanesi basılmıştı ve pek az satmıştı. Başka yazarların ve ressamların da benzer hikâyeleri var. Van Gogh’u herkes tanır, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli ressamlarından biri. Portresi de var benim sitemde. Van Gogh öldüğünde yalnızca birkaç eseri ancak çok ucuz fiyatlara alıcı bulabilmişti. Hatta boş tuvallerini muhteşem tablolara dönüştüren boyaları satın alacak maddi gücü bile yoktu, kardeşi gönderirdi o malzemeleri. Şimdi bir tablosu birkaç yüz milyon dolar ediyor neredeyse…

     Bu örnekler önümüzde dururken hiç kimsenin sanata günlük tercihlere göre sınırlama getirmesini doğru bulmuyorum. Bazı yazarlar planlı ve sistematik çalışıyor. Bu onların tercihi… Bazıları da yazarken doğaçlama yapmayı tercih ediyor. Farklı şeylerden esinlenip zaman içinde kurguyu değiştirebiliyor. Roman kahramanlarını yaratırken o kadar farklı anılardan, okumalardan, gözlemlerden esinleniyoruz ki, bir nevi kolaj oluşuyor. Hatta ilk başta düşündüğümüzden biraz daha farklı bir kişilik bile çıkabiliyor ortaya. Sanırım yazmanın keyfi, yaratıcılığı biraz da burada gizli.

    Lale Bollukcu:  Edebiyat Haber sitesinde çok keyif verici bir Ortak Kitap projesi vardı ve okuyucuların yorumlarıyla 13 Saat + 1 Ömür adlı romanınız oluştu. Bu projeye katıldığım için özellikle de yazdığım bir cümlenin olduğu gibi o kitaba aktarılması çok hoşuma gitmişti. Bu projenin çalışması sizin için zor muydu?

      Hasan Saraç: Bir insan, daha doğrusu bir yazar böyle bir projeyi sanırım hayatında ancak bir kere göze alabilir... O romanın kurgusu genel hatlarıyla kafamda önceden canlanmıştı tabiatıyla, ancak tek bir satırı bile yazılmamıştı. Hatırlarsanız altı hafta sürdü bu proje. Her hafta iki bölüm yazıyordum ve Edebiyat Haber’de yayınlanıyordu. Bölümler yayınlandıktan sonra okurlardan sonraki bölümler için çok farklı öneriler geliyordu. Bazen sekseni, yüzü buluyordu bu yorumların sayısı. Karakterlerin fiziki görünümlerinden adlarına kadar pek çok ilginç alternatif, sizin yaptığınız gibi tek cümlelik öneriler bile geliyordu. Elimden geldiğince bu önerilere yeni yazılacak bölümlerde yer vermeye çalıştım. Altıncı haftanın sonunda romanın kurgusu daha net bir biçimde ortaya çıktı ve yaklaşık seksen sayfası da yazılmış oldu. Bu kısım ilk 13 Saat’e karşılık geliyordu. Sonrasında, geri kalan ‘+ 1 Ömür’ kısmını yazıp romanı tamamladım. Dört ay boyunca her gün yaklaşık on saat çalıştığımı hatırlıyorum. Hayli yorucu, bir o kadar da güzel bir deneyimdi.

         Lale Bollukcu: Kitap kapak tasarımlarınızı nasıl yapıyorsunuz?

    Hasan Saraç: Yeni bir yazarsanız kapak konusunda fazla söz sahibi olamıyorsunuz. Ne de olsa yayınevlerinin kendilerine has bir tarzı var. Zaman geçtikçe kendi tarzınızı ve tercihinizi kapağa yansıtma şansınız artıyor.

       Lale Bollukcu: Benim şiir kitabımdaki kapak ve içerisindeki resimler kızım Bilge ve arkadaşı Öykü’ye ait.

      Hasan Saraç: Evet, biraz önce zevkle okudum şiirlerinizi, ilgimi çekmişti. Deniz ağırlıklı…

       Lale Bollukcu: Evet, Bodrumlu olunca denizin yeri ayrıdır benim için. Bir de yemek ve kültür bloğum var. Bloğumda hem yaptığım röportajları yayınlıyorum hem de unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yazmaya çalışıyorum. Geleceğe kayıt olması için…

      Hasan Saraç: Kültürleri yaşatmanın önemli olduğuna ben de katılıyorum. O yüzden de tarihi, gelenekleri araştırarak kurgumu zenginleştirmeye özen gösteriyorum elimden geldiğince. Bu illaki şart mıdır bir roman yazarken, hayır değildir. Ama bir roman okurken yeni bir şeyler öğrenmenin de önemli olduğuna inanıyorum, sıradan bir yemeğe katılan farklı soslar, lezzetler gibi.

     Lale Bollukcu: Yazarken de cesuruz.  Yazı yazarken ve bu değişik sosları oluştururken iç dünyanızda hangi fırtınalar esiyor?

    Hasan Saraç: Ben yazarken çok heyecanlanıyorum. Roman kahramanlarımın bazı halleri beni duygulandırıyor olmalı. Heyecanınız bir şekilde o satırlara akseder. Okura da yansır, bazı okurlarımın bana yazdıkları gibi ‘kendilerini o hikâyenin içinde’ hisseder. Bazen de, ‘kitabınızı elimize aldık ve bitiverdi’ diyorlar. Dilimin fevkaladeliği değil bunu sağlayan. Sanırım heyecanla, zevkle ve şevkle yazıyor olmam bir şekilde satırlara yansıyor. Aslında bu her eser için de böyle değil midir? Zevkle ve itina ile yapılan her iş, hatta kurulan her ilişki daha güzel, daha anlamlı oluyor.

     Lale Bollukcu: Röportajı yapan siz olsaydınız sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız?

     Hasan Saraç: Güzel bir soru. Bu romanları yazarken kafanızda önceden tasarlanmış bir kurgu var mıydı diye sorardım herhalde. Daha önce de belirttiğim gibi, bence roman yazmanın bir anayasası yok. Örneğin ben bazı romanlarımda başlangıcı kurguluyorum, bazen de tam tersine final bölümünü en baştan belirliyorum, hikâye ise zaman içinde gelişiyor. Sanırım işin içinde biraz bilinmezlik olması beni daha çok heyecanlandırıyor.

      Şu ana kadar yazdığım romanlarda yaklaşık yirmi – yirmi beş önemli karakterim oluştu. Toplumun değişik kesimlerinden geliyor bu karakterler. Yaşları ve cinsiyetleri de öyle. Bazıları öğretim üyesi, bazıları emniyet mensubu, bazıları yazar, grafiker, sekreter; bazıları genç iş adamı veya kadını. Bu karakterlerin önemli bir kısmı bir romandan diğerine dolaşıyor, zaman içinde farklı özelliklerini sergiliyor ve okurları şaşırtabiliyor. Romanlarımın fantastik, polisiye ya da psikolojik olması bile bu süreci etkilemiyor.

     Değerli vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.


        Lale Bollukcu


16 Mayıs 2016 Pazartesi

Zamansız Bir Dünyada Yaşamak İsteyen Yazarımız: Gönül Çatalcalı

     
     


      Zamansız bir dünyada yaşamak isteyen, Dünya Vatandaşı, Egeli, İzmirli, Akhisarlı, Karşıyakalı… Her an o sıcacık gülümsemesiyle çevresine pozitif enerji veren sempatik bir yazar.

      Her girdiği ortama uyum sağlayan, ışıldayan gözleriyle etrafını aydınlatan harika bir şahsiyet…

      Gönül Çatalcalı…



     Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.
     Gönül Çatalcalı kimdir? Bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

      Ben özgeçmişlerimde kendimi Dünya Vatandaşı, Egeli, İzmirli, Akhisarlı, Karşıyakalı diye tanıtırım. Eğitimci yazarım. 28 yıl ortaokul ve liselerde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptım.

     İlk öykü kitabım “Hiçbir Şeyin Beklentisi” Yom yayınlarından çıktı.     2009 yılında “Yedi Yeşil Fil” adlı öykü kitabım İlya yayınevince yayımlandı. 2011 yılında Pupa Yayınevi’nden, “Güvercin Beyazı” adlı öykü kitabım çıktı. Tekin Yayınevi tarafından yayınlanan kitabım isimsiZ, ilk romanımdır. Çocuklar için yazdığı ÖMER FM adlı roman, Yakın Kitabevi yayınlarından çıktı. TUTUNMAK adlı öykü kitabı da Nisan 2016 tarihinde Yakın Kitabevinden çıktı. 

     Ne zaman öyküler yazıp yazar olacağım dediniz?

   Ben yıllarca okumaya çok ağırlık verdim. İyi bir okur olmak iyi bir yazar olmak kadar önemlidir. Uzun okumalar sonunda yazma fikri kendiliğinden şekillendi. 1994 yılında öyküler yazmaya başladım.  

     İlk yazınızın çıkış hikâyesi nasıl oluştu?

     Dediğim gibi, yıllar süren okumalar yazma isteği oluşturdu bende. İlk yazdığım metin bir kadın hikâyesiydi. Arayışlar içinde olan bir kadını anlatmıştım. Arkası geldi sonra öykülerin. Böyle, yazma deneyimleri oluşturduğum 50’ye yakın öyküm vardır, hiçbir yere göndermeyip yalnızca kendim için yazdığım. Yazma meselesini, öykü yapılanmasını çözmek için… Sadece yazmayı öğrenmek için. Bitti mi bu süreç? Hayır. Öğrenme çabalarım hâlâ devam ediyor ve edecek.

     İlk öykü kitabınızı “ Hiçbir Şeyin Beklentisi “ 2006 yılında yayımladınız ve devamı geldi.  Yazı yazmadığınız zaman kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

     Yazmak benim günlük işlerim arasındadır, ama en çok önemsediğim uğraşımdır. Ancak okumalar da öyle. Yazmadığım günler olmuştur ama okumadığım gün yoktur diyebilirim. Ne deneyimler ne gözlemler… Hiçbiri okumanın yerini tutmaz.

   Okumadan yazanların çoğunlukta olduğu bir yazın dünyasında yaşıyoruz. Okurken hissettiğim her şeyi, yazarken de hissederim. Yaratılmış bir metnin hazzını duymakla, yazmanın, yaratmanın hazzı –neredeyse- aynı şeydir benim için. 

     Kelimeler nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?

   Yazdığım her metinde dili çok önemserim. Hangi konuyu yazarsam yazayım, dil işçiliği üzerinde yoğunlaşırım. Bitmiş bir öyküm ya da romanımın ince işçilikleriyle uğraştığım esnada sözcüklerin büyüsüne kapılır giderim. O cümleyi sizin kılacak inanılmaz sayıda seçenek vardır. Denerim, sözcüklerle oynarım, belki dediğiniz gibi, kalemin kağıtta raks edişi budur.

     Aklınıza gelen fikirleri not alır mısınız?
  
   Notlarım vardır. Yazamayacağım durumlarda zihnime not eder, uygun ortam bulunca hemen notlarıma eklerim. Çünkü zaman acımasızdır ve silme, unutturma yeteneği çok gelişmiştir.

     Genelde hep öykü yazıyorsunuz. “ İsimsiZ “ adlı romanınız nasıl oluştu?

    Psikolojik bir öykü yazmaya başlamıştım, ilginç bir konusu vardı. Ancak öykü uzadıkça uzadı ve sonunu bir türlü getiremedim, bıraktım. Aradan yıllar geçti ve bu öykü zihnimin bir köşesini hep rahatsız etti. Zaman içinde bu konunun bir öykünün boyutlarında, sınırlı alanında sonlanamayacağını anladım ve başka olaylarla, yan karakterlerle besleyerek bir roman yazmaya karar verdim.  isimsiZ böyle doğmuştur. İlk öyküden fersah fersah uzaklaşmış ama sonunda hem içindeki öykücüklerin, hem de ilk öykünün finalini yapmıştır.

   Çeşitli öykü ödülleriniz bulunmakta. Hem büyüklere hem de çocuklara yönelik öyküler yazmaktasınız. Hangisi daha keyif verici?

     Birkaç ödül aldıktan sonra öykü yarışmalarına katılmadım. Hangi türde yazıyorsam, çok severek yazıyorum. Zaten bütün türler birbirini besler. Ancak ille de bir seçim yapmam gerekirse, uzun soluklu roman yazmayı çok sevdim diyebilirim.

     Çocuklara öyküler yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz?

     Birkaç denemenin ardından mizah yazabileceğimi keşfettikten sonra çok eğlenceli bir hal aldı çocuklara yazmak. Mizahı sevdim. Yazdıklarıma önce kendim gülmeliyim. Beni güldüren şeyler üzerinde yoğunlaşıyorum. Çocukların anlayabileceği bir dille yazmaya, uzun olmayan tümceler kurmaya özen gösteriyorum. ÖMER FM, ilk çocuk kitabım. Çocuklardan gelen değerlendirmelere göre, doğru yolda olup olmadığımı anlayacağım.  


     Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir?

   Bilge Karasu, Füruzan, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Ece Temelkuran, Oya Baydar, Aslı Erdoğan, Sema Kaygusuz…

    Yabancı yazarlardan, Cortazar, Maguritte Duras, Virginia Woolf, Pascal Mercier, Borges…

    Borges’in Kum Kitabı adlı öyküsünü belli aralıklarla okurum, Woolf’un Dalgalar’ı gibi… Aslı Erdoğan’ın, Gecenin Sessizliğinde’si gibi… Sema Kaygusuz’un bazı kitaplarından bazı bölümleri okuduğum gibi… 


     Yakın tarihte adını duyup okuduğunuz yazarlar kimlerdir?

   Şu an Chuck Palahniuk’un Gösteri Peygamberi’ni ilgiyle okuyorum. Yeraltı edebiyatı sayılabilir. Kitabı ve Yazarının adını bir iki yıl önce duymuş, kitabı almıştım, okuma sırası ancak geldi.


     Biliyorsunuz benim bir de yemek bloğum var. En sevdiğiniz yemek hangisidir?

     En sevdiğim yemek elbasan tavadır.

     Farklı kültürlere ait yemekleri sever misiniz?

     Farklı tatları denemeyi severim ancak yapmaya gelince... Bildiğim yemeklerden şaşmam.

     Yemek yapmak, yazı yazmak… Size nasıl duygular veriyor?

     Yemek yapmak çok zaman alan bir uğraşı, benim için yazı ile karşılaştırılamayacak kadar sıkıcı, yorucu bir iş. Onca uğraşıya rağmen bir iki öğünde tükenen bir şey yemek.  O kadar çok zamanım yok. Yemek yaparken dinlenenlerden, zihin boşaltanlardan değilim. Mutfak tezgâhında makine gibi çalışırım. Yaptığım yemeği değil, yazdıklarımı, okuduklarımı ya da öykü kurgularımı düşünürüm. Zorunluluklar olmasa mutfağa bile girmem çay demlemek dışında. Ancak bir ev hayatım olduğu için, zorunluluklar nedeniyle, basit ve bildiğim, zamanımı çok almayacak yemekler yapıyorum. (Bu arada her nasılsa elimin lezzetli olduğunu söylediklerini de eklemeliyim.) Tatlıyı çok severim, yapılması kolay, pratik tatlılar, pastalar yaparım kendimiz ve konuklarımız için. 


     Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle paylaşır mısınız?
   
     Et yemeklerinin yanına fırında mantar yaparım. (Son derece kolay olduğu için!)
Mantarların yuvarlak kısımları çıkartılır, üst kısımları soyulur, yıkanır. Bir borcama çukur kısmı yukarı gelecek biçimde dizilir. Mantarların dip kısımları da aralara yerleştirilir. Mantarların üzerlerine birer çay kaşığı tereyağı konur. Biraz süt, biraz su eklenerek, fırına verilir. Mantarlar su salıp tekrar çektikten, piştikten sonra üzerine rendelenmiş kaşar peyniri eklenir, hafif kızartılır.

       
     Yazar olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?

   Yazar olmak, bir meslek sahibi olmak gibi istemekle olunacak bir durum değildir kanaatimce. Kitap sevgisinden, uzun yıllar yapılan okumalardan sonra kendiliğinden doğan, gelişen bir eğilimdir. Yetenek konusunu önemsemem, geliştirilmeyen yetenek bir işe yaramaz. Bence yazmanın birinci koşulu okumaktır. Bugün okumadan yazmaya çalışan, tanınmaya, hayatına bu şekilde bir anlam katmaya uğraşan okumaz yazarlara rastlıyoruz elbette, ama sözüm onlara değil zaten.

      Yazmanın doğal olarak geldiği kişilere ise önerilerim şudur: yazın, okuyun, yazın, yeniden okuyun. (Bir yazarı besleyen en önemli kaynak, başka metinlerdir.)

      Yazdığınız, yeterli bulmadığınız her metni çöpe atmaktan çekinmeyin. Yazdıklarına tapanlar, bir paragrafına bile kıyamayanlar, ürettiklerine paha biçemeyenler hiçbir zaman yazmada yetkinliğe ulaşamazlar.

     Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız?

     “Nasıl bir dünyada yaşamak isterdiniz?” sorusunun sorulmasını isterdim.

      Saatlere bölünmüş zaman dilimleri en büyük düşmanımdır. Zamanımı bölen çizelgeler beni çok ürkütür. Üretme, yazma konusunda en büyük sıkıntımdır zaman. Yazı için çok sevdiğim resmi bile bıraktım, zamana yetişemediğim için ve hep üzülürüm buna… 8 saat uyumak zorunluluğu ise, her yere yetişmek, bir de sanat üretmek zorunda kalan insan evladına yapılmış en büyük haksızlıktır. Zamanımızın en kıymetli parçalarının yatakta geçmesi demektir bu… Bedenlerimiz, daha az uykuyla yetinebilecek donanımda olmalıydı diye düşünürüm hep.

       Bense… Zamansız bir dünyada yaşamak isterdim. Koşturmadan, bir yerlere, bir şeylere yetişmeye uğraşmadan… Geniş zamanlarda resimlerimi yapmak, boya kokusunu hissetmek… Yatmam, uyumam gerektiğini düşünmeden kitap okumak, yazı masamda güneşin doğuşu ve batışı ile ilgilenmeden, yarını, dünü, bugünü hatta kendimi unutarak yazmak isterdim…

        Değerli vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.

                Lale BOLLUKCU

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Türkiye’de mizah öyküleri yazan ilk kadın yazarımız: Canan Tan

      Türkiye’de mizah öyküleri yazan ilk kadın yazarımız.


     Edebiyatın çeşitli türlerinde başarılı olduğunu her kitabında bir kez daha kanıtlayan, adı ve ünü dilden dile dolaşan usta kalem Canan Tan ile İzmir gibi sıcacık keyifli bir röportaj yaptım.







    Lale Bollukcu: Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler. Çeşitli konularda farklı yazım türlerinde kitaplarınız var. Sizin için çekim gücü yüksek olan yazım türü hangisi?

     Canan Tan: Zaman, mekâna göre değişiyor. Gerçekten çok farklı türlerde yanı sıra çok farklı konular da yazabiliyorum.

   Piraye’ye bakarsak töre romanıdır. Arkasından iki tane tıpla ilgili yani eczacı olmasam yazamayacağım romanım vardır. Eroinle Dans, bağımlılık konusunu işlediğim. En Son Yürekler Ölür, bir organ nakli konusunu işlediğim romanımdır. İz, bir baba kız hikâyesidir. Hasret mübadele, Pembe Ve Yusuf yine bir töre, en son yazdığım Kelepçe de hapishanede yatan kadınların hikâyesidir.

     Aslında bir zamanlar Canan Tan bir aşk romanları yazarıdır diye lanse edilmeye çalışılıyordu. Benim bir tane aşk romanım var, Yüreğim Seni Çok Sevdi. Onun dışındakilerde de aşk var ama motif, yan öğe olarak. Yanı sıra tür değişikliğim de var. Çocuk kitaplarım var.

     Mizah özellikle benim için çok önemli. Üç tane mizah kitabım vardı, Ah Benim Karım Ah Benim Kocam çıkınca dört oldu. Mizah türünü kendime en yakın tür olarak görüyorum.


        Lale Bollukcu: Bu eserleri yazarken nasıl hazırlıklar yapıyorsunuz?

   Canan Tan: Bazen önce konu oluyor bazen de şahıslar öne çıkıyor. Genelde kendim kurguluyorum. Bir tek Hasret gerçek yaşamdan alınmış bir öyküydü.

      Konu belirlendikten sonra geniş bir şekilde inceleme araştırma yapmam gerekiyor. Hiçbir zaman araştırma inceleme yapmadan yazmaya oturmuyorum. Mekânlar çok önemli, kitaplarda neresi varsa oralarda yaşanmışlıklar da var. Benim gittiğim gördüğüm yerler muhakkak yazılanlar. O inceleme süreci tamamlanıyor ondan sonra masa başına oturuyorum yazmaya.


      Lale Bollukcu: Notlar alıyor musunuz? Mesela gün içinde bir yerlerdesiniz. Aklınıza gelen fikirleri yazıyor musunuz?

     Canan Tan: Genelde notlar alıyorum. Kitap fuarlarına ve ya başka nedenlerle gittiğim yerlerde otel odasında sabaha karşı bile olsa aklıma gelen fikirleri hemen not alıyorum. Başucumda devamlı kâğıt kalem bulunduruyorum. Onları kısa kısa not ediyorum daha sonra canlanıyorlar.


      Lale Bollukcu: Kelimeleriniz ne zaman ve nerede kalem ile kâğıtta raks ediyor?

     Canan Tan: Ben bilgisayarda ya da daktiloda yazmıyorum. İlk zamanlar yazıyordum. Yeni Asır gazetesinde iki sene boyunca haftanın üç günü yazı yazdım. Orada benim beyin hızımla klavye hızı paralel gidebiliyordu. Son derece biriktirmişim öykümü her şey hazır sular seller gibi yazıyorum ama klavyenin sesi o yoğunluğu bozuyor. Onun için müsvedde kâğıtlara çalakalem yazıyorum temize çekiyorum ondan sonra bilgisayara geçiriyorum.


   
     Lale Bollukcu: Yeni kitabınız Kelepçe de hapishanedeki kadınları konu almışsınız. Nasıl bir duygu ve çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı Kelepçe?

     Canan Tan: Kelepçe son çıkan kitabım. Bende kitap projeleri yıllar öncesinden başlar. Bir kitabı yazmayı düşündüysem kesinlikle ön ve ruh hazırlıkları başlamış demektir.

     Yıllardır hapishanede yaşayan kadınların yaşamlarını yazmak istiyordum. Benim ilk büyüklere olan kitabım Çikolata Kaplı Hüzünler’de Zincir adlı bir öyküm vardı, orada Yeter başrolde. Altı çocuklu bir ailenin altıncı kızı, çileli bir hikâye, bu hikâyede karakterin hapse düşme anına kadar olan kısmını yazmıştım. Aileden gelen şiddet, evlendiği zaman aynı şiddetin devamını yaşaması ve en son noktada da zincirlerini parçalaması…

    Aslında orada trajik bir cinayet işliyor, kızını korumak için mecbur kalarak işlediği bu eyleme kendisi zincirlerimi parçaladım diyor. Ben bir de bu hikâyenin hapishane sayfasını görmek istedim.

     Görmediğim gezmediğim mekânları yazmadığımdan dolayı o mekânlara gitmem ve orada yaşayan kişileri görmem, konuşmam gerekiyordu. Aslında cezaevi ve tutukevlerine girmek zor ve meşakkatli bir iş, İzmir Kapalı Kadın Cezaevinden gelen “ Gelip burada kadınlarımızla söyleşi yapar mısınız? “ teklifi ile araştırmalarıma başlamış oldum. Cezaevlerine girerek oradaki kadınların hikâyelerini dinledim ama bire bir o hikâyeleri yazmadım.

    Eğer Gazeteci kimliğim ile oraya girseydim oradaki kadınlar ile görüşür, oradaki şartları gözlemler ve onları haber yapardım, edebi bir yazı olmazdı. Ben oraya Yazar kimliğim ile girdim, farklı bir kitap hazırlığı içindeydim ve yazacaklarım edebi nitelikte olacaktı.

   Benim amacım bir cezaevini anlatmak, olumlu ya da olumsuz şartları anlatarak okuruma yansıtmak değil, buradaki kadınların yaşamları ve onların yaşam öyküleri. Tabii ki o yaşam öykülerine mekân olacak yerler çok önemli.  Ben orada o şartları gözlemlemek için bulundum. Yemek listelerine kadar aldım, atölye çalışmaları, kurslar, bütün her yerini gezdirdiler. Araştırmamı, yaparak Kelepçe kitabımı yazdım.



      Lale Bollukcu: Benim bir de yemek kültür bloğum var. Kitaplarınızın çoğunda mutlaka bir yemek tarifi var. Yemek yapmak ile aranız nasıl?

     Canan Tan: Sevdiğim yemekler var ve eczacılıktan gelen bir ölçü denge unsuru sayesinde iyi yemek yapabiliyorum. Hatta Aynur Tartan’ın yemek kitapları vardır. Ben de ona Diyarbakır’ın Ekşili Dolma’sını anlatmıştım. Diyarbakır’a 21 yaşında gelin gittiğim için yemek kültürünü çok iyi bilirim.

     Meftune, ekşili dolma, sıkma pilav büyük çoğunluğunu bilirim. Yanı sıra İzmir’de de oturduğum için çoğu yemeği bilirim. Fırsatım olsun mutfağa girebileyim.


     Lale Bollukcu: Yazar olmak isteyenlere neler söylersiniz?

    Canan Tan: “ Yazar olmak istiyorum “ diye bir cümleyi kabul edemiyorum. Yazar olmak istenmez o bir dürtüdür o gelir sizi bulur.

   Ben mesela yazar olacağım diye bir şey istememiştim tamam okul olarak Basın Yayın düşünmüştüm ama Eczacılığı bitirerek Eczacı oldum.

  Yetenek ve ışıltı varsa sizi basamak basamak olgunlaşarak o noktaya götürür. Edebiyat Fakültelerinden bile mezun olan insanlar yazar olamayabiliyor. Yanı sıra Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Tarık Dursun hepsi ortaokuldan terk.

     Yetenek ışıltısı sol anahtarıdır. Ondan sonra basamakları çıkarak yazar olunabilir.

     Lale Bollukcu: Bu yoğunluğunuzda vaktinizi ayırarak röportaj teklifimi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederim.

             Lale BOLLUKCU