19 Aralık 2017 Salı

Atom (Radyoaktif İyot) Tedavisi Öncesi Diyet Güncesi

Herkese iyi akşamlar...

Dün tedavi için başladığım özel iyotsuz diyetin ilk günüydü. 

Ve inanın ne yiyeceğimi tam bilemediğimden aç kaldım diyebilirim. Haftalardır internetten araştırıyorum.

Türkiye'de görülme sıklığı fazlalaşan hastalıklardan biri de Tiroid Bezi hastalıkları. Vücudumuzda çok az yer kaplayan ama görevi çok önemli olan bu bezin o kadar farklı hastalık çeşitleri varmış ki...

Galiba çoğu insan kendi ya da yakınlarının başına gelmeyince bu hastalıklar hakkında bilgi sahibi olamıyor. Öğrendiğim bir şey var ki son on yılda görülme sıklığı daha da fazlalaşmış. Genelde ameliyat sonrası Radyoaktif İyot tedavisi yapılıyor. Bizlerin bildiği isim ile Atom tedavisi. Bu tedaviden bir ay önce de özel bir diyet veriliyor. İyottan yoksun beslenme. İyotsuz olan her şeyi yiyebilirsiniz. Sorun şu ki hemen hemen tüm yiyeceklerde iyot bulunuyor. 

Elimden geldiği kadarıyla öğrendiklerimi buradan da paylaşarak benim gibi Atom tedavisi olacaklara bilgi aktaracağım...

Sabah kahvaltısında domates, salatalık ve kabuğu soyularak haşlanmış patatesi küp küp doğrayarak içine biraz zeytinyağ koydum. İsteyen iyotsuz tuz da kullanabilir. Ben tamamen tuzsuz tercih ediyorum.

Bugün öğlen de aynı şekilde salata gibi yaptım ve biraz limon suyu da ekledim bu sefer.

Akşam ise patates ve tavuk ciğeri kızarttım. Tavuk ciğerini iki paket aldığımdan içinden çıkan tavuk kalplerini iki küçük domates, fesleğen, kekik ile birlikte kavurdum.



Tuzsuz ekmek bulamadığımdan ekmeğimi de kendim yapacağım.

Yemek sonrası bir bardak demleme çay ve yarım elma yedim.

Bugün sabah akşamdan kalan elmamı yiyerek evden çıktım. Tüm gün dışarıda olduğumdan gün içinde kahve ve çay içebildim.

Akşam eve geldiğimde kendime parça tavuk, patates, fesleğen, kekik ve biraz zeytinyağını karıştırarak geniş bir teflon tavaya dizdim. Üzerine iki adet domatesi yuvarlak olarak kestim ve biraz kaynar su koydum. Kapak kapatarak pişirdim.




Yemek sonrası aklıma yöresel olarak Kaşık Helvası dediğimiz un helvasını pişirmek geldi.

Un, sıvı yağ, şeker ve sudan oluşan bu tatlı tüm iyot diyeti yapanların rahatlıkla yiyecekleri bir tatlı.

Tencereye az bir sıvı yağ döktüm. Üzerine takribi 5 küçük fincan un koydum ve ilk harlı sonra da ağır ateşte unu çevire çevire ezerek iyice kavurdum.

Bir başka kaba 1 bardak toz şeker, 1 bardaktan biraz fazla sıcak su koyarak şekeri erittim.

Kavrulan una erittiğim şekerli suyu boşaltarak yine devamlı çevirerek kıvam almasını sağladım. 

İyice suyu çeken unumuz koyu bir hamur kıvamını aldı. Ocağın altını kapattığımda hemen sıcak sıcak yemek kaşığının içine alıp tabağa aktararak helvaların yemek kaşığı şeklini almasını sağladım.

Afiyet olsun...






Yarın ve diğer günler de bakalım neler yapacağım...

Lale Bollukcu

16 Ekim 2017 Pazartesi

“Senin kitabını yazacağım dedim, ama…” Evrim Milaslı...

      Kelimeler parmak uçlarınızdan satırlara geçerken siz aslında çokta düşünmüyorsunuz ne yazdığınızı. Sadece yazıyorsunuz. Sihir gibi. Kalbiniz, ruhunuz satırlarda dans ediyor… 

                                                                                                                            Evrim Milaslı...








         Fotoğraf çekme tutkusunu doğum fotoğrafçılığı da yaparak şahane işlere imza atarak sürdüren ve kitabının gelirini Kanserli Çocuklara bağışlayan değerli yazarımız Evrim Milaslı ile BODRUM’un günbatımı gibi muhteşem bir röportaj yaptık.

       Bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Evrim Milaslı kimdir?
      1981 yılında, 2 çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Başkent Üniversitesi’nden mezun oldum. On yıl aile şirketimizde yönetici olarak çalıştım. Aynı zamanda hobim olan fotoğrafçılıkla ilgili uzun süre özel ders alarak profesyonelleştim ve yedi yıldır hikâye fotoğrafçılığı yapmaktayım. On yıllık evliyim ve biri beş diğeri üç yaşında iki tane çocuğum var.  

       Bana Hiç Seni Seviyorum Demedin, sizin ilk kitabınız. Ne zaman kitap yazacağım dediniz ve yazım süreci ne kadar sürdü?
       Ben hayatım boyunca yazdığım için hep söylüyordum. Ama en belirgini şuydu: Babama; ‘senin kitabını yazacağım derdim.’ Kısmet, vefatından sonra oldu. Altı ayda tamamladım ama düzeltmesi, eklemeler ve çıkarmalar derken bir yılı buldu.  

       İlk kopyayı elinize aldığınızda içinizde hangi fırtınalar esti?
      Tüylerim diken diken oldu… İnanamadım. Hâlâ bazen elime aldığımda sayfalarını çeviriyorum ve ‘Bunu ben mi yazdım?’ diyorum. Ve keşke babamda görebilseydi diye düşünüyorum.  

      Okuyuculardan gelen en ilginç geri dönüş ne oldu?
      Çok fazla var aslında. Ama sanırım beni en çok etkileyeni; Batman’dan bana hediyeler yollayan bir okuyucum. O kadar duygulandım ki. Çocuklarıma kadar düşünmesi, annesinin elleriyle ördüğü patikler, işlediği yazma ve daha neler neler… 

       İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Siz gerçeklerden yola çıkarak ilk romanınızı yazdınız. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?
       Bence herkes kitap yazamaz. Bu gerçekten bambaşka bir yetenek… Ben şanslıyım. Kelimeler parmak uçlarınızdan satırlara geçerken siz aslında çokta düşünmüyorsunuz ne yazdığınızı. Sadece yazıyorsunuz. Sihir gibi. Kalbiniz, ruhunuz satırlarda dans ediyor.

        Kitabınızın gelirini Kanserli Çocuklara bağışlamış olmanızdan dolayı da sizi ayrıca tebrik ederim.
        Teşekkür ederim.

        Yaşadıklarınızı yazarken üzüldüğünüz, sinirlendiğiniz anlar oldu mu?
        Babamın vefat ettiği anları yazarken inanılmaz zorlandım diyebilirim. Tekrar tekrar yaşamak beni inanılmaz üzdü.  

       Yazar olmak, pek çok kişi tarafından tanınmak nasıl bir duygu? Daha önce kitap yazıp yazar olmayı düşünmüş müydünüz?
        Ben inanılmaz mutlu oluyorum. Hiç bilmediğim yerlerde, tanımadığım insanlar benim duygularıma ortak oluyor. Sonra bir şekilde bazılarıyla karşılaşıp tanışmak, onların hikâyelerini dinlemek tarif edilemez bir duygu.
       Yazar olmak benim en büyük hayalimdi. Hep düşündüğüm, dilediğim bir şeydi.

       Gelecekle ilgili projeleriniz var mı?
        Fotoğraf çekmeye devam etmek istiyorum. Bu benim hayattaki en büyük tutkularımdan biri. Ve çokça hikâye yazmak… Şuan ikinci romanım bitmek üzere. En kısa gelecek planım şuan için bu. 

        Hayatınızda en fazla iz bırakan olay veya durum nedir?
        Babamın vefatı ve çocuklarımın doğumları…
  
        Bir yazar için zaman ne demektir?
        Doğru andır. 

        Okumak ve yazmaktan başka ilgi alanlarınız nelerdir?
         Fotoğraf çekmek, film izlemek ve seyahat etmek…  

        Fotoğraf çekmeyi çok seviyorsunuz. Bu sevgi nasıl ortaya çıktı?
        Çocukluğumdan beri hep elimde fotoğraf makinası olurdu. O anlara geri dönüp bakmayı çok seviyorum. Görsel hafızam hep çok iyi oldu. Onun da etkisi var sanırım.
        Hatırlamama sebep oluyor.  

        Profesyonel olarak hikâye fotoğrafçılığı yapıyorum dediniz. Doğum fotoğrafçılığına nasıl başladınız?
        Doğumlar beni hep çok heyecanlandırırdı.               
        Arkadaşlarımın fotoğraflarını ağlaya ağlaya çekerken bir baktım ki tutku halini almış. Bir mucizeye tanık olmak bence doğuma girmek…Her defasında mutluluk sarhoşu oluyorum. Ben sadece doğum değil, düğün, yemek ve kurumsal fotoğrafçılık ve kısa filmde yapıyorum. 

         Kelimeleriniz ne zaman, nerede kalem ile kâğıtta raks ediyor?
        Genelde deniz manzarası olan kıyı şehirlerine gidiyorum. Vakti, içimden taşan yazma aşkı belirliyor diyebilirim. Şuan çalıştığım romanımı daha çok Bodrum’da yazdım. Kapanıp yazmak ruhuma çok iyi geliyor.

        Yeni yazdığınız romanın büyük bir bölümünü BODRUM’da benim memleketimde yazmışsınız. BODRUM ile ilgili üç kelime ve sizin için anlamlarını istesem sizden?
         Mavi, ask, günbatımı…
        Sağım deniz, solum deniz… Masmavi… Gök mavi, yer mavi… Mavi çok mutlu ediyor beni…
         Aşk… Bodrum yazı hatırlatıyor bana. Yaz, güneş, o mis hava ve pır pır eden kalp. Aşk yani…
         Ve Bodrum’un sihirli renklere dönüşen bir günbatımı var.
         Heyecanla beklediğim…

        Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir?
         Ben çok ayırmadan herkesi okumayı seviyorum. Ama tabi ki favori yazarlarım var. Ahmet Ümit, Hande Altaylı, Elif Şafak, Zülfü Livaneli, Emrah Serbes,Grange, MaeveBinchy, Sabahattin Ali, PauloCoelho, Nietzsche,  StephenKing gibi.

        Yakın tarihte adını duyup okuduğunuz yazarlar kimlerdir?
        Alper Canıgüzel / Oğullar ve Rencide Ruhlar  

         Benim ayrıca yemek kültür bloğum var. Farklı kültürlere ait yemekleri yemeyi ve ya yapmayı seviyor musunuz?
        Yemeğe çok düşkün biri olmadığım için bu konuda büyük bir iddiam maalesef yok.  Et yemeklerini yapmayı çok severim. Tarif olmadan, içimden geldiğince… Her kültüre ait yemekleri denemeyi çok seviyorum ama yapması sanırım daha az bana göre. 

        Sevdiklerinize özel anlarda pişirdiğiniz bir yemeğin tarifini istesem sizden…
         Kremalı mantarlı bonfile dilimleri…
         Soğanları halka halka doğruyorsunuz. Bolca olması mühim…
         Zeytinyağında pembeleşinceye kadar öldürdükten sonra mantarları atıyoruz ve daha sonrada etleri.
         En sonunda da üzerine kremayı döküp iyice emmesini bekleyip altını kapatıyoruz.
         Afiyet olsun…  

        Yazar olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
          Bolca okusunlar, kalplerinin sesini iyi dinlesinler ve hayal kursunlar. 

         Röportajı yapan siz olsaydınız, size sorulmamış olan hangi soruyu kendinize sorardınız?
          Hayattaki en büyük pişmanlığınız nedir?Sorusunu sorardım kendime. Üniversiteyi yurt dışında okumamak, olurdu cevabım da…  

         Sorularıma içtenlikle cevaplar verdiğiniz için teşekkür ederim…
         Ben teşekkür ederim, bu kadar özenle hazırlanmış sorularınız için.


                Lale Bollukcu

8 Ekim 2017 Pazar

Hayalim “Vadideki Zambak” gibi bir Balzac Klasiği yazabilmek… Metin Köse

Kitaplarında işlediği konuları yazmadan önce detaylarıyla araştıran ve romanları belge-tarih olarak yorumlanan yazarımız Metin Köse ile geçtiğimiz Mayıs ayında yayınlanan “Aç Kapıyı Ben Geldim” isimli romanı ve yazın dünyası hakkında şahane bir röportaj yaptık…




Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.
MK: Ben teşekkür ederim. Bu edebiyat dostlarıyla bir sohbet benim için.

            Edebiyata olan tutkunuz nasıl gelişti? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?
MK: Aslında bu çocukluğumdan beri vardı. Bir arkadaşımın avukat olan ağabeyinin kitaplarına bakarken içim gider, ona özenirdim.  Çok değerliydiler benim için. Kitaplarım olmasını hayal ederdim. Bir kitabın sayfalarına bakarken, en az kristal bardakların tozunu alan biri kadar titizdim. Gazeteleri en küçük yazılarına kadar okurdum. Çizgi romanları, Kemalettin Tuğcu kitaplarını ve özellikle Gırgır Dergisini. İçimde hep bir yazma tutkusu vardı. Ancak büyüdüğüm ortamda beni yönlendiren biri olmadı. Size komik bir olay anlatmak istiyorum. İlkokul 3. Sınıftayken gazetede okuduğum bir haberden etkilenip ben de hayatımı yazmaya kalkmıştım. Hayatımda ne varsa (!) Şöyle güzel bir girişle doğduğum gecekonduyu yazmaya çalışırken, daha ilk başta sıkılıp top oynamaya gittim. Notları masada unutmuşum. Ağabeyim uzun zaman -Vay be büyük yazara bak. Ulan kaç yaşındasın ki hayatını yazıyorsun- diye eğlendi benimle.

Zonguldak Kozlu Lisesi 2. Sınıfa geçince fen ve edebiyat bölümleri vardı. Edebiyata gidenlerle -kafası çalışmıyor- diyerek alay ederlerdi, mecburen fen bölümüne gittim. Sonrası da öyle devam etti. Fen fakültesi ve matematik. Yine de çok dikkatli okuyan biriydim. Sosyal bir insandım ama hep fen bölümlerine gittim. TRT Spikerleri gibi güzel konuşmaya özenirdim. Sesimi teybe kaydedip dinler hatalarımı bulmaya çalışırdım. İdol konuşmacım TRT nin ilk haberini okuyan rahmetli Zafer Cilasun’du. Onun gibi konuşmaya çalışır ve banyoda sesimi duvara çarptırarak şiirler okurdum.
İş hayatı devam ederken bir yandan da geceleri radyo programları yapıyordum. On yıl sürdü. Ardından üç yıl TRT Televizyonunda program yaptım. Bu arada yerel gazete ve dergilerde yazıyordum. İki tane şiir albümüm yayınlandı. Albümlerim Çankaya Geştalt Psikoterapi Derneği’nde sesim dinlendirici bulunarak terapi amaçlı kullanılıyor. Bütün bu birikimlerin sonucunda kitap yazmaya başladım. Görme engelliler için Mevlana’nın Mesnevisini seslendirdim.
Beni kitap yazma konusunda asıl tetikleyen Rusların ünlü yazarı Alexandre Puşkin’dir. Puşkin, -Goryuhino Köyü Tarihi- isimli öyküsünde -Köyümün tarihini yazdım. Öyle mutluyum ki, artık huzur içinde köşeme çekilebilirim- diyordu. Bu söz beni ateşlemiştir. Puşkin gibi bir yazarı -artık köşeme çekilebilirim- dedirtecek kadar mutlu eden bu olayı yaşamak istedim.
Maden şehir Zonguldak’ı ve köyümü anlatan Mükellefiyet, Göl Dağı, Büyük Yürüyüş isimli üç roman yazdım. Bolu Sancağı’nın Hızır Bey İli Evkaf Defterinden köyümün 700 yıllık tarihini bulup çıkardım. Üstelik soyadımla birlikte. Köyüme törenle bir kitabe yaptırdım. Ve şimdi söylüyorum. Puşkin haklıymış. Çok mutluyum. Ancak köşeme çekilmiyorum.


           Yazdığınız kitaplarda  genellikle toplumsal olaylara ilişkin konuları ele almışsınız. Maden ocaklarında meydana gelen felaketler, deprem ve yeni yayınlanan kitabınız “Aç Kapıyı Ben Geldim”de de Safranbolu’da yaşanan mübadele yıllarını yazmışsınız. Yazmaya başlamadan önce nasıl bir hazırlık yapıyorsunuz?
MK: Yazmaya başlamadan önce o konuyu bir yıl boyunca araştırıyorum. Konuyla ilgili kişilerle defalarca uzun görüşmelerim olur. Yazma süreci de en az bir yıl sürer. Bu süreçte ben, bir nehrin akışı gibi çeşitli olaylar yaşarım. Dingin, durgun, gergin, çağlayan, köpüren vb. Benim için çok zor ancak çok da zevkli bir süreçtir. O dönemde oldukça canlıyımdır. Çünkü tüm roman karakterleri benim içimdedir. Onların çatışması beni diri tutar. Ancak roman bittiğinde ise tüm karakterler çekip gider. O zaman üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Oyuncakları elinden alınan bir çocuk gibi mutsuz olurum. Tüm enerjim biter. Bu mutsuzluk ise yeni bir romana başlayıncaya kadar devam eder.

Mükellefiyet, Göl Dağı ve Büyük Yürüyüş romanlarım maden tarihini anlatan bir üçlemedir. 1867 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Zonguldak Köylüleri 21 yıl boyunca zorla madenlerde çalıştırılmış. Mükellefiyet romanımda bunu anlattım. Zorla çalıştırma ikinci olarak 1940-48 de Cumhuriyet döneminde olmuş. Bunu da Göl Dağı ‘nda anlattım. Büyük Yürüyüş ise 1991 yılında Yüz bin madencinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşünü anlatıyor. Ben Zonguldaklıyım.  Babam Başmadenciydi.  Bütün akrabalarımız, komşularımız madenciydi. Buna rağmen yine de konuyu tekrar tekrar araştırdım. Bazı iş kazalarına çocukken şahit olmuştum.
Aç Kapıyı Ben Geldim ise Safranbolu’yu ve Safranbolu’dan Skydra (Yunanistan) ‘ya mübadeleyi anlatır. Bunun için Safranbolu’ya gittim, fotoğraflar çektim. Yerel tarih araştırmacılarıyla görüştüm. Demek istediğim şu ki; bir konuyu yazmadan önce mutlaka detaylarıyla araştırıyorum. Belgeler üzerinde gitmeye çalışıyorum. Bu yüzden romanlarım belge-tarih olarak yorumlanıyor.


Yazdığınız şiirleriniz ve şiir albümleriniz de var. Sizce şiir nedir? 
MK: Şiirin çok farklı tanımları var. Muzaffer Tayyip Uslu’ya göre şiir bir eda. Cemil Meriç’e göre gönlün dili. Paul Sartre’ye göre ise sözcükler patlamaya hazır bomba.  Bunun gibi birçok yazarın kendince tanımları var.  Bana göre insan duygularını coşturan sihirli metinler. Ancak şunu söyleyebilirim; yeryüzünde şiir kadar güçlü, şiir kadar nokta atışı yapabilen başka bir silah yok. Şiir dediğimiz o kısacık metinler duyguları o kadar güzel ifade ediyorlar ki; yeryüzündeki bağımsızlık savaşlarını diri tutan, can veren sözler hep şiirdir. Bağımsızlık marşları şiirdir. İnsanları kitleleri kuşatıp coşturan şiirdir. Bütün şarkıların türkülerin kökeni şiirdir. Bu yüzden tüm diktatörler ve nemrutlar şiirsel metinleri yasaklarlar. Tarihte şairler katledilmiştir. Sürgüne gönderilmiş ya da hapsedilmiştir. Nesimi’nin diri diri derisi yüzülmüştür. Bunun yanında aşk ve sevgi duyguları da yine şiirle ifade edilir. Güzel sözlerden kim etkilenmez ki!


Şiir ve yazı yazmak sizin için ne ifade ediyor?   
MK: Kendimi ifade ediyorum. Yaşamda her insan kendisini ifade etmeye çalışır. Bu var olmanın gereğidir. Herkesin ifade tarzı da farklıdır. Her meslek aslında o insanı ifade eder. Bence şiir ve yazı da öyle. Kendini ifade edebilmek. Ancak yazan insanların şöyle bir yanı daha var. Yazarlar ve şairler doğaları gereği çok duyarlı olduklarından etkilendikleri olayları kaleme dökemezlerse iç dünyalarında büyük sorun yaşarlar. Bu insanlar bir baraja benzer. Suyu biriktirir ancak belirli aralıklarla ve kontrollü olarak yine bırakırlar. Buradaki su duygulardır. O baraj sanatçı, yazı ve şiir ise sanat eseri. Sanatçılar, etkileşimi çok yüksek olan insanlar olduklarından üretmek zorundadırlar. Yoksa ciddi bir yıkım yaşarlar. Edebiyatımızın ünlü öykücüsü Sait Faik Abasıyanık şu sözüyle bunu açıklamıştır: “Yonttum, yonttum ve yazdım. Yazmasam deli olacaktım.”


           İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?
MK: Şüphesiz bir yetenektir. “Herkes yazabilir mi?” Sorusuna gelince, bunu denemeden bilemezsiniz. Belki yetenek vardır ancak bunun olup olmadığını anlamak için bile uzun bir uğraş vermek gerekir. Çünkü hiçbir yetenek tek başına bir anlam taşımaz. Ancak o konuda yoğun çalışmalarla ortaya çıkar, olgunlaşıp gelişir.  Yine de yazmanın temel alt yapısını şöyle görüyorum; olaylar karşısında içsel bir yolculuk yaşıyorsanız yazmayı deneyin, derim.  Özellikle “hayatımı yazsam roman olur” diyenlerin yazmayı denemesini öneririm. Çünkü romanlardaki konular yaşamlarımızdan çıkıyor. Ve bir olayı yaşayanından daha iyi kim yazabilir!


           Kelimeleriniz nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Şimdi insan konuya yoğunlaştığı dönemlerde sürekli yazıyor.  Bunun için kâğıt, kalem veya bilgisayar gerekmiyor. O anlarda beyniniz sürekli not almakla meşgul. Günlük yaşama devam ederken günlük yaşamdan kopuyorsunuz. Bunun bende nasıl oluştuğuyla ilgili şunu söyleyebilirim. Daha en başta konunun araştırılma sürecinde bir içsel yolculuk başlıyor. Hızla otomobil kullanan sürücünün hep ileri bakması gibi. Yazdığınız olayları yaşamaya başlıyorsunuz. Bu bir tutkuya dönüşüyor. Büyük bir iştahla ve sürekli artan şekilde devam ediyor.
Nehir benzetmesi yaptım ya. Coşuyorsunuz, çağlıyorsunuz. Dinginleşiyorsunuz. İşte kalemin raks etme dönemi bu.
Özellikle maden romanlarımı yazarken birçok sahnede ağladığımı itiraf etmeliyim. Konuyu araştırırken kurgu da kafanızda oluşmaya başlıyor. Sonra ilk paragraf. Bu çok önemli. Araştırma ve kurgu tamamen bittikten sonra ilk paragrafın nasıl olacağına karar verebilmek için günlerce kaldırımlarda yürürüm. Mükellefiyet romanım için tam iki ay yürümüştüm. O süreçte duyguların doruğuna çıkıyorsunuz. Zaten yaptığınız iş duyguları yazmak. Hepimiz et-kemik yığınıyız. Bizi farklı kılan duygularımızdır.


           Benim bir de yemek kültür bloğum var. En sevdiğiniz yemek hangisidir?
MK: Ben bir maden işçisinin çocuğuyum. Dolayısıyla yaşamımda yemek seçme gibi bir lüksüm hiç olmadı. Ne pişerse onu yiyerek büyüdüm. Bugün de aynı. Evde ne varsa o. Ancak eşimin yaptığı musakka ve taze fasulyeyi çok seviyorum. Bir de salatanın suyuna ekmek banmaya bayılırım.


           Farklı yörelere, kültürlere ait yemekleri sever misiniz?
MK: Evet seviyorum. Örneğin Konya kebap. Lahmacun ve Perde Pilavı çok güzel.


            Yemek yapmak, yazı yazmak… Size nasıl duygular veriyor?
MK: İkisi de beni çok mutlu eder. Benim için bir çeşit terapi. Yazı masasından kalktığım an çok neşeliyimdir. Şarkılar söylerim. Yemek yaparken de şarkılar söylerim. Moralim bozuk olduğunda yemek yapmak dinlendirir beni.


            Sevdiklerinize özel anlarda yaptığınız bir yemeğin tarifini verebilir misiniz?
MK: Bizim evde hafta sonu kahvaltılarını hep ben hazırlarım. Biberli ve bol soğanlı menemen yaparım. Soğanlar hafiften yanıyor gibidir. Kızım, soğan karamelize edilmiş diye sürekli beni teşvik etse de, kahvaltıyı hazırlamam için gaza getiriyor sanırım(!)  Bilemiyorum. Ancak şimdilik soğanı karamelize edilmiş(!) menemen hazırlamaya devam ediyorum.


           Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?
MK: Ben bir Honore de Balzac hayranıyım. Balzac’ın insanı alıp götüren betimlemelerine bayılıyorum. Müthiş bir yazar. Çok tutkulu bir insan. Yazarken kendinden geçen ve tüm gece sabaha kadar yazan biri. İnsanlık Komedyası adını verdiği 85 kitap yazmış. Bunların 40 tanesi dilimize çevrilmiş. Onun gibi yazabilmeyi çok arzu ediyorum. Hayalim Vadideki Zambak gibi bir Balzac Klasiği yazabilmek.


              Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi kendine en çok çeken yazar hangisidir? Neden?
MK: Türk yazarlardan ilk olarak Kemal Tahir, Cemil Meriç ve Sabahattin Ali gelir. Hepsinin kitaplarından bende derin izler vardır. Kemal Tahir, realist bir yazardır. Birilerine övgüde bulunma derdine düşmemiştir. Esir Şehir üçlemesinde işgal altındaki İstanbul’da bazılarının çıkar için ihanet ederken yoksul Anadolu insanının mücadelesini gerçekçi bir dille anlatmıştır. Cemil Meriç, Balzac çevirilerini dilimize ilk kazandıran kişidir. Altın Gözlü Kız’ı çevirmiş ama kitap basılmamış. Cemil Meriç kimbilir ne kadar üzülmüştür. Sabahattin Ali’nin tüm kitapları muhteşem. Büyük bir anlatım gücü var. Özellikle Kürk Mantolu Madonna tekrar tekrar okunmalı.

Dünya yazarlarından Balzac, Tolstoy, Goethe ve Cengiz Aytmatov. Son dönemde Murakami. Balzac zaten tutkularıyla yazan bir insan. Tolstoy, Savaş ve Barış’ın önsözünde bile bir insanlık dersi verir. Çılgınların kahraman gösterildiği bir dünyada yaşadığımızı, savaşların bu çılgınlar yüzünden çıktığını Tolstoy’da görürsünüz. Goethe’nin Faust’unu dünya bilir. Tüm kitaplarından sonra asistanı Akkerman’ın anılarını da araştırdım. Goethe’nin insana pozitif enerji veren bir yüz ifadesi var. Beni öyle etkiledi ki, Goethe’ye -Aziz Dostum, size 174 yıl uzaktan yazıyorum- diye başlayan bir mektup yazdım. Aytmatov için şunu söylerim: Toprak nedir anlamak isterseniz Toprak Ana’yı okumalısınız. Dişi Kurdun Rüyaları’nı okuduktan sonra, yolda karşılaştığım kurt köpeği gezdirenlere -Bu kurdun sizi nasıl gördüğünü anlamak isterseniz Dişi Kurdun Rüyaları’nı okumalısınız- demeye başladım. Bazıları gülüp geçti tabi. Ancak bir yazarın duygu yoğun süreci bu işte. Murakami’de ise bitmeyen bir enerji bulursunuz. Bir insanın idealleri uğruna neler yaptığını görmek isterseniz Murakami’nin -Koşmasaydım Yazamazdım- kitabını tavsiye edebilirim.


            Yazdığınız onca kitap arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?
MK: Epeyce var. Hemen aklıma gelen son romanım Aç Kapıyı Ben Geldim’deki bir şiir.

Gül reçeli yapan kadınların
Yüzünde güller açarmış
Yüzünde güller açan kadınlar
Güllerden reçel yaparmış


      Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne olurdu?

MK: Şunu sorardım: Bu kadar az kitap okunan bir ülkede yazmaya çalışmak doğru mu?
Yanıtım şu olurdu: Yanlış! Yanlış ama ben kitapları kendim için yazıyorum. Çünkü kitaplarım beni ifade ediyor.

             Değerli vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.                                                                                                     



                        Lale Bollukcu

1 Ekim 2017 Pazar

Yüreğe dokunan hikayeler ve SERPİL CİRİTÇİ…

      Yüreğine dokunan hikayelerden yola çıkarak roman yazan yazarımız Serpil Ciritçi…


      Şiir yazıyor, resim yapıyor, Kuantum yaşam koçu, NLP ve kişisel gelişim uzmanı,  yazar… On parmağında on marifet olan nadide bir kişi… Hem yeni romanı Kavin’i hem de edebiyata olan tutkusunu konuştuk…




      Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler. 
      Edebiyata olan tutkunuz nasıl başladı? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?

      SC: Bu tutkunun ne zaman nasıl başladığını tam olarak hatırlamıyorum. Annem okumayı çok sevdiği için çocukluğumda evimizde çok kitap olduğunu hatırlıyorum. 14- 15 yaşlarımda kendi yaşıma göre okuyabileceğim kitaplar bitince kitaplığımızdaki yabancı klasikleri okumaya başladım. Cronin’den Balzac’a, Steinbeck ‘ten Tolstoy’a hemen tüm klasikleri okuyup bitirdiğimde henüz 18 yaşındaydım. 

       Babam gece yarısı sık sık odamın kapısını çalar artık yatmamı yoksa bu gidişle gözlerimin bozulacağını söylerdi. Tamam, yatıyorum dedikten sonra tekrar kalkıp okuduğum romanı elime alır kaldığım yerden okumaya devam eder bambaşka dünyalarda, maceralarda kaybolur giderdim. Çok okuyan her insan gibi yazma tutkum da o sıralarda başladı. Kitap okumak benim için o kadar büyük bir keyif ve zenginlikti ki bir gün elime kalemi alıp aynı keyfi başka okurlara yaşatmak istedim hep.

       Lisede edebiyat derslerim hep çok iyiydi. Özellikle kompozisyon ödevleri hazırladığımda öğretmenlerimin bütün sınıfa örnek olarak benim kompozisyonlarımı okuttuğunu hatırlıyorum.  Sonbahar mevsimini anlattığım bir kompozisyonum ise liselerarası bir yarışmada Adana’da birinci seçilmişti. Orada kazandığım ödül,  beni motive eden ve yazmaya sürükleyen en önemli etkenlerden biridir.


      Romanlarınızı yazarken hazırlık çalışmalarınızı nasıl gerçekleştiriyorsunuz?

   SC: İlk önce kafamda ne yazacağımı tasarlıyorum. Sonra sağım solum küçük karalanmış kâğıtçıklarla dolmaya başlar. Başucumda, çantamın içinde her zaman küçük bir not defteri bulunur. Bazen evde televizyon izlerken bazen vapurda ya da yürürken aklıma o anda gelen cümleleri hemen not alırım. Sonra o cümlelerden küçük paragraflar çıkmaya başlar. Sosyal medya bu anlamda iyi bir arşiv oldu benim için. Bazı cümlelerimi kâğıda bile not almadan sosyal medyada yayınlıyorum.

      Romanın çatısı yavaş yavaş ortaya çıktığında sıra karakterlere gelir. Bu konuda genellikle çevremde yaşayan insanlardan beslenirim. Bu bazen bir arkadaşımın annesi olur bazen üst kattaki yaşlı amca. Psikoloji ve felsefe kitaplarını da çok okuduğum ve eğitimini aldığım için bilinçaltı dünyamızda yaşanan çatışma ve zıtlıkları da roman karakterleri üzerinden vermeye çalışırım.

      Bir sinema sanatçısının ustalığı farklı ve zıt karakterleri de başarıyla canlandırabilmesinde yatar. Tıpkı onlar gibi bir yazarın ustalığı da farklı karakterleri tüm iç dünyalarıyla kelimelere dökebilmesinde yatar diye düşünüyorum.

      Karakterler de şekillendikten sonra sıra onları çatısını kurduğum hikâye içinde bir araya getirmek kalır ki açık söylemem gerekirse bir romanda en zorlandığım nokta burasıdır. Hikâyenin akışını bozmadan kurgulamak oldukça zamanımı alır. Gece yatarken bile kafamın içinde dans eder karakterler. En basit bir karşılaşma sahnesini yüz türlü yazabileceğinizi bilirsiniz ama derdiniz en iyisini yazmaktır. Burada kendime tek bir soru sorarım. Ben olsam ne okumak isterdim? Bu sorumun cevabı romanın akışını da belirler.


      Yeni yayınlanan üçüncü kitabınız Kavin’in yazım süreci ne kadar sürdü?

      SC: Kavin’i yazma sürecim uzun sürdü çünkü bir defada oturup yazdığım bir roman olmadı. Hayatın bin bir türlü gailesi içinde benimle birlikte oradan oraya savrulup durdu. Uzun aralarla başına oturduğum bir roman olduğu için yazma sürecim 3 yıldan fazla sürdü.


      Kitaplarınızı yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız yoksa bu yazarken şekillenebilecek bir durum mudur?

      SC: Kavin’da aynı köyden çıkıp farklı şehirlerde şekillenen hayatlar var. Kadın karakterlerden biri köyde yetişip erken yaşta evlendirilerek şiddete maruz kalırken diğeri eğitimini şehirde tamamlayarak başarılı bir gazeteci oluyor. Romanı yazarken illaki bir toplumsal mesaj kaygınız olmasa da bu topraklarda yaşayan her vatandaş gibi eğitimsizlikten kaynaklanan olaylardan etkileniyorum ve bu da ister istemez yazdıklarıma yansıyor.


       Kavin’i küçükken dinlediğiniz Yusufçuk kuşunun hikâyesinden esinlenerek yazdığınızı belirttiniz. Tarihi mekânlara gittiğinizde ve hikâyeler dinlediğinizde neler düşünüyorsunuz? O an ben bunu mutlaka not alıp yazmalıyım diye aklınızdan geçiyor mu?

          SC: Elbette. Hemen her açıdan o kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz ki hemen her bölgenin kendine ait çok güzel efsaneleri, hikâyeleri var. Keşke her biri tek tek ele alınıp yazılabilse. Ben daha çok yüreğime dokunan hikâyelerden hoşlanıyor ve onları yazmak istiyorum. Yakınlarda annem 1950’li yıllarda Ankara üzerinde düşen bir uçaktan bahsetti. Yakın bir arkadaşının ablası o uçakta hostesmiş ve nişanlıymış. İki gün sonra da düğünleri varmış. Gerçekten yaşanmış bu hikâye beni çok duygulandırdı. Ama bir roman ama öykü olur bilmiyorum şu anda ama kafamın bir kenarına bir gün yazmak üzere hemen not aldım.


       Sizi yazmaya özendiren şeyler nedir?

    SC: Tabi ki çok severek okuduğum kitaplar. İyi yazılmış bir kitap bende hep aynı duyguyu uyandırır. Tıpkı bunun gibi okuduğumda insanı çarpıp silkeleyecek bir roman yazmalıyım. Diğer yandan kitaplarımı okuyan okurların beğenileri, övgü dolu yorumları da beni çok motive ediyor. Yakınlarda tanımadığım bir okurumun sosyal medya üzerinden yazdığı bir mesajını okudum kadar duygulandım ki aklımdan sadece şu cümle geçti; “Daha yapacak çok işin var Serpil”… Hep daha iyi daha iyisine odaklan. Çünkü okur bunun hakkını fazlasıyla veriyor.


       Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mıydınız?
       
      SC: Yazardım. Her gün yürüyüş yapan bir insanın o gün yürüyemediğinde duyduğu huzursuzluk gibi ben de gün içinde bir kenara bir cümle bile not düşemedimse kendimi huzursuz hissediyorum. Yazmak benim için artık bir yaşam biçimi. Tıpkı yemek ve uyumak gibi de gerekli. Çünkü ruhuma iyi geliyor. Beni besliyor, canlandırıyor, hayata daha iyimser ve umutlu bakmamı sağlıyor. Henüz kimsenin okumadığı o kadar çok yazım var ki.


       Yazdığınız kitaplar arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?  
       
       SC: İnsan kendine benzeyen insanları sever ve şehirleri…
              Bu yüzden en yakınınızdakilerin hatalarını affetmek kendi hatalarınızı affetmek gibidir.   
              
              KAVİN





       Kelimeleriniz nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
       
   SC: Belli bir zamanı ve mekânı yok aslında. Kelimelerin de bir enerjisi var. Eğer o gün istemiyorlarsa sabaha kadar da uğraşsam yan yana düşmüyorlar. Bazen de sular seller gibi boşanıveriyorlar beklenmedik bir anda. Güzel bir ağaç… Bir kuş sesi ya da bir çocuğun anlık gülüşü harekete geçirebiliyor duygularımı. Hatta o kadar duygulanıyorum ki bazen kelimelere kızıyorum yetersiz kaldıkları için…


          Bir önceki röportajımızda yemek kültür blog sayfam için harika bir yemek tarifi (Fırında kaşarlı tavuk) vermiştiniz. Bu sefer okuyucularınıza hangi yemek tarifini vereceksiniz?
         
         SC:  Yemek dediniz de ne zaman yemek yapmaya kalksam şunu düşünürüm. Yazmak da aslında tıpkı yemek yapmak gibi… Elinizde çok malzeme vardır ama yemeğin lezzetli olması için ayarında kullanmak zorundasınız. Tuzu ya da biberi biraz kaçırırsanız yemeğin tadı bozulur. Yazmak da böyle bir şeydir. Cümleleri ne kadar iyi kurarsanız kurun dozunda kullanmak zorundasınız.
         Bu aralar severek yaptığım bir yemek var.

         Fırında kâğıt kebabı…

         Malzemeleri ise;

         Yarım kilo kuşbaşı et, yarım kilo bezelye, 4 adet patates, 3 yemek kaşığı margarin, bir yemek kaşığı biber salçası, tuz karabiber, kimyon ve yağlı kâğıt.

         Önce bir tencerede etleri kendi suyuyla pişiriyoruz. Başka bir tavada çok ince kestiğimiz patatesleri margarinle kızartıyoruz. Daha sonra etleri pişirdiğimiz tencereye bu patatesleri, bezelyeleri, salçayı, tuzu, karabiberi ve kimyonu ekleyip karıştırıyoruz. Dileyen bu karışıma biraz ince doğranmış yeşil - kırmızıbiber ve havuç da ekleyebilir.

         Yağlı kâğıdı 4’e bölüp içine bu karışımı diziyorum. Sonra kâğıtları mendil şeklinde katlayarak tepsiye diziyorum. Önceden ısıttığım fırında yarım saat pişirdikten sonra servis yapıyorum.

         Tüm okuyucularımıza afiyet olsun…


         Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?

      SC: Ben aynı zamanda bir kişisel gelişim uzmanıyım. Bu konu ile ilgili ilerde bir televizyon programı yapmayı planlıyorum. Diğer yandan yakın bir arkadaşımla ara sıra senaryo çalışmaları ile ilgili bir araya geliyoruz. Ülkemizin şu anda en çok ihtiyaç duyduğu duygunun birlik ve bütünlük bilinci olduğuna inandığımız için bize ortak değerlerimizi hatırlatan ve hepimizi kucaklayan bir dizi ya da sinema filmi senaryosu üzerinde çalışıyoruz.

         Ve tabii yeni romanlar yazmak…


        Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız ve cevabınız ne olurdu?

        SC: En iyi romanımı yazıp yazmadığımı sorardım kendime…

        Cevabım hayır olurdu. Ne yazarsam yazayım hep daha iyisini yazabilme duygusu eşlik edecek bana bunu biliyorum.

        Ve bu güzel röportajı yapma imkânını bana sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

        Sevgiyle kalın…

       Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için tekrar teşekkür ediyorum.

            Lale Bollukcu