Kitaplarında işlediği konuları yazmadan
önce detaylarıyla araştıran ve romanları belge-tarih olarak yorumlanan
yazarımız Metin Köse ile geçtiğimiz Mayıs ayında yayınlanan “Aç Kapıyı Ben
Geldim” isimli romanı ve yazın dünyası hakkında şahane bir röportaj yaptık…
Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için
teşekkürler.
MK: Ben teşekkür
ederim. Bu edebiyat dostlarıyla bir sohbet benim için.
Edebiyata olan tutkunuz nasıl
gelişti? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?
MK: Aslında bu
çocukluğumdan beri vardı. Bir arkadaşımın avukat olan ağabeyinin kitaplarına
bakarken içim gider, ona özenirdim. Çok
değerliydiler benim için. Kitaplarım olmasını hayal ederdim. Bir kitabın
sayfalarına bakarken, en az kristal bardakların tozunu alan biri kadar
titizdim. Gazeteleri en küçük yazılarına kadar okurdum. Çizgi romanları, Kemalettin
Tuğcu kitaplarını ve özellikle Gırgır Dergisini. İçimde hep bir yazma tutkusu
vardı. Ancak büyüdüğüm ortamda beni yönlendiren biri olmadı. Size komik bir
olay anlatmak istiyorum. İlkokul 3. Sınıftayken gazetede okuduğum bir haberden
etkilenip ben de hayatımı yazmaya kalkmıştım. Hayatımda ne varsa (!) Şöyle güzel
bir girişle doğduğum gecekonduyu yazmaya çalışırken, daha ilk başta sıkılıp top
oynamaya gittim. Notları masada unutmuşum. Ağabeyim uzun zaman -Vay be büyük
yazara bak. Ulan kaç yaşındasın ki hayatını yazıyorsun- diye eğlendi benimle.
Zonguldak Kozlu Lisesi 2.
Sınıfa geçince fen ve edebiyat bölümleri vardı. Edebiyata gidenlerle -kafası
çalışmıyor- diyerek alay ederlerdi, mecburen fen bölümüne gittim. Sonrası da
öyle devam etti. Fen fakültesi ve matematik. Yine de çok dikkatli okuyan
biriydim. Sosyal bir insandım ama hep fen bölümlerine gittim. TRT Spikerleri
gibi güzel konuşmaya özenirdim. Sesimi teybe kaydedip dinler hatalarımı bulmaya
çalışırdım. İdol konuşmacım TRT nin ilk haberini okuyan rahmetli Zafer
Cilasun’du. Onun gibi konuşmaya çalışır ve banyoda sesimi duvara çarptırarak
şiirler okurdum.
İş hayatı devam ederken
bir yandan da geceleri radyo programları yapıyordum. On yıl sürdü. Ardından üç
yıl TRT Televizyonunda program yaptım. Bu arada yerel gazete ve dergilerde
yazıyordum. İki tane şiir albümüm yayınlandı. Albümlerim Çankaya Geştalt
Psikoterapi Derneği’nde sesim dinlendirici bulunarak terapi amaçlı
kullanılıyor. Bütün bu birikimlerin sonucunda kitap yazmaya başladım. Görme
engelliler için Mevlana’nın Mesnevisini seslendirdim.
Beni kitap yazma
konusunda asıl tetikleyen Rusların ünlü yazarı Alexandre Puşkin’dir. Puşkin,
-Goryuhino Köyü Tarihi- isimli öyküsünde -Köyümün tarihini yazdım. Öyle
mutluyum ki, artık huzur içinde köşeme çekilebilirim- diyordu. Bu söz beni
ateşlemiştir. Puşkin gibi bir yazarı -artık köşeme çekilebilirim- dedirtecek
kadar mutlu eden bu olayı yaşamak istedim.
Maden şehir Zonguldak’ı
ve köyümü anlatan Mükellefiyet, Göl Dağı,
Büyük Yürüyüş isimli üç roman yazdım. Bolu Sancağı’nın Hızır Bey İli Evkaf
Defterinden köyümün 700 yıllık tarihini bulup çıkardım. Üstelik soyadımla
birlikte. Köyüme törenle bir kitabe yaptırdım. Ve şimdi söylüyorum. Puşkin
haklıymış. Çok mutluyum. Ancak köşeme çekilmiyorum.
Yazdığınız kitaplarda genellikle toplumsal
olaylara ilişkin konuları ele almışsınız. Maden ocaklarında meydana gelen
felaketler, deprem ve yeni yayınlanan kitabınız “Aç Kapıyı Ben
Geldim”de de Safranbolu’da yaşanan
mübadele yıllarını yazmışsınız. Yazmaya başlamadan önce nasıl bir hazırlık
yapıyorsunuz?
MK:
Yazmaya başlamadan önce o konuyu bir yıl boyunca araştırıyorum. Konuyla ilgili
kişilerle defalarca uzun görüşmelerim olur. Yazma süreci de en az bir yıl
sürer. Bu süreçte ben, bir nehrin akışı gibi çeşitli olaylar yaşarım. Dingin,
durgun, gergin, çağlayan, köpüren vb. Benim için çok zor ancak çok da zevkli
bir süreçtir. O dönemde oldukça canlıyımdır. Çünkü tüm roman karakterleri benim
içimdedir. Onların çatışması beni diri tutar. Ancak roman bittiğinde ise tüm
karakterler çekip gider. O zaman üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Oyuncakları
elinden alınan bir çocuk gibi mutsuz olurum. Tüm enerjim biter. Bu mutsuzluk
ise yeni bir romana başlayıncaya kadar devam eder.
Mükellefiyet, Göl Dağı ve
Büyük Yürüyüş romanlarım maden tarihini anlatan bir üçlemedir. 1867 yılında
Sultan Abdülaziz döneminde Zonguldak Köylüleri 21 yıl boyunca zorla madenlerde
çalıştırılmış. Mükellefiyet romanımda
bunu anlattım. Zorla çalıştırma ikinci olarak 1940-48 de Cumhuriyet döneminde
olmuş. Bunu da Göl Dağı ‘nda
anlattım. Büyük Yürüyüş ise 1991
yılında Yüz bin madencinin Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşünü anlatıyor. Ben
Zonguldaklıyım. Babam
Başmadenciydi. Bütün akrabalarımız,
komşularımız madenciydi. Buna rağmen yine de konuyu tekrar tekrar araştırdım. Bazı
iş kazalarına çocukken şahit olmuştum.
Aç Kapıyı Ben Geldim ise Safranbolu’yu ve Safranbolu’dan Skydra
(Yunanistan) ‘ya mübadeleyi anlatır. Bunun için Safranbolu’ya gittim, fotoğraflar
çektim. Yerel tarih araştırmacılarıyla görüştüm. Demek istediğim şu ki; bir
konuyu yazmadan önce mutlaka detaylarıyla araştırıyorum. Belgeler üzerinde
gitmeye çalışıyorum. Bu yüzden romanlarım belge-tarih olarak yorumlanıyor.
Yazdığınız şiirleriniz ve şiir albümleriniz de var.
Sizce şiir nedir?
MK: Şiirin çok farklı
tanımları var. Muzaffer Tayyip Uslu’ya göre şiir bir eda. Cemil Meriç’e göre gönlün
dili. Paul Sartre’ye göre ise sözcükler patlamaya hazır bomba. Bunun gibi birçok yazarın kendince tanımları
var. Bana göre insan duygularını
coşturan sihirli metinler. Ancak şunu söyleyebilirim; yeryüzünde şiir kadar
güçlü, şiir kadar nokta atışı yapabilen başka bir silah yok. Şiir dediğimiz o
kısacık metinler duyguları o kadar güzel ifade ediyorlar ki; yeryüzündeki
bağımsızlık savaşlarını diri tutan, can veren sözler hep şiirdir. Bağımsızlık
marşları şiirdir. İnsanları kitleleri kuşatıp coşturan şiirdir. Bütün
şarkıların türkülerin kökeni şiirdir. Bu yüzden tüm diktatörler ve nemrutlar
şiirsel metinleri yasaklarlar. Tarihte şairler katledilmiştir. Sürgüne
gönderilmiş ya da hapsedilmiştir. Nesimi’nin diri diri derisi yüzülmüştür.
Bunun yanında aşk ve sevgi duyguları da yine şiirle ifade edilir. Güzel
sözlerden kim etkilenmez ki!
Şiir ve yazı yazmak sizin için ne ifade ediyor?
MK: Kendimi
ifade ediyorum. Yaşamda her insan kendisini ifade etmeye çalışır. Bu var
olmanın gereğidir. Herkesin ifade tarzı da farklıdır. Her meslek aslında o
insanı ifade eder. Bence şiir ve yazı da öyle. Kendini ifade edebilmek. Ancak
yazan insanların şöyle bir yanı daha var. Yazarlar ve şairler doğaları gereği
çok duyarlı olduklarından etkilendikleri olayları kaleme dökemezlerse iç dünyalarında
büyük sorun yaşarlar. Bu insanlar bir baraja benzer. Suyu biriktirir ancak
belirli aralıklarla ve kontrollü olarak yine bırakırlar. Buradaki su duygulardır.
O baraj sanatçı, yazı ve şiir ise sanat eseri. Sanatçılar, etkileşimi çok yüksek
olan insanlar olduklarından üretmek zorundadırlar. Yoksa ciddi bir yıkım
yaşarlar. Edebiyatımızın ünlü öykücüsü Sait Faik Abasıyanık şu sözüyle bunu
açıklamıştır: “Yonttum, yonttum ve yazdım. Yazmasam deli olacaktım.”
İnsanların çoğu
‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce herkes kitap yazabilir mi?
Yazmak bir yetenek midir?
MK: Şüphesiz bir
yetenektir. “Herkes yazabilir mi?” Sorusuna gelince, bunu denemeden
bilemezsiniz. Belki yetenek vardır ancak bunun olup olmadığını anlamak için bile
uzun bir uğraş vermek gerekir. Çünkü hiçbir yetenek tek başına bir anlam
taşımaz. Ancak o konuda yoğun çalışmalarla ortaya çıkar, olgunlaşıp
gelişir. Yine de yazmanın temel alt
yapısını şöyle görüyorum; olaylar karşısında içsel bir yolculuk yaşıyorsanız
yazmayı deneyin, derim. Özellikle
“hayatımı yazsam roman olur” diyenlerin yazmayı denemesini öneririm. Çünkü romanlardaki
konular yaşamlarımızdan çıkıyor. Ve bir olayı yaşayanından daha iyi kim
yazabilir!
Kelimeleriniz nerede, ne zaman
kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Şimdi insan konuya yoğunlaştığı
dönemlerde sürekli yazıyor. Bunun için kâğıt,
kalem veya bilgisayar gerekmiyor. O anlarda beyniniz sürekli not almakla meşgul.
Günlük yaşama devam ederken günlük yaşamdan kopuyorsunuz. Bunun bende nasıl
oluştuğuyla ilgili şunu söyleyebilirim. Daha en başta konunun araştırılma
sürecinde bir içsel yolculuk başlıyor. Hızla otomobil kullanan sürücünün hep
ileri bakması gibi. Yazdığınız olayları yaşamaya başlıyorsunuz. Bu bir tutkuya
dönüşüyor. Büyük bir iştahla ve sürekli artan şekilde devam ediyor.
Nehir benzetmesi yaptım ya.
Coşuyorsunuz, çağlıyorsunuz. Dinginleşiyorsunuz. İşte kalemin raks etme dönemi
bu.
Özellikle maden
romanlarımı yazarken birçok sahnede ağladığımı itiraf etmeliyim. Konuyu
araştırırken kurgu da kafanızda oluşmaya başlıyor. Sonra ilk paragraf. Bu çok
önemli. Araştırma ve kurgu tamamen bittikten sonra ilk paragrafın nasıl
olacağına karar verebilmek için günlerce kaldırımlarda yürürüm. Mükellefiyet
romanım için tam iki ay yürümüştüm. O süreçte duyguların doruğuna çıkıyorsunuz.
Zaten yaptığınız iş duyguları yazmak. Hepimiz et-kemik yığınıyız. Bizi farklı
kılan duygularımızdır.
Benim bir de yemek kültür bloğum
var. En sevdiğiniz yemek hangisidir?
MK: Ben bir maden işçisinin çocuğuyum.
Dolayısıyla yaşamımda yemek seçme gibi bir lüksüm hiç olmadı. Ne pişerse onu
yiyerek büyüdüm. Bugün de aynı. Evde ne varsa o. Ancak eşimin yaptığı musakka
ve taze fasulyeyi çok seviyorum. Bir de salatanın suyuna ekmek banmaya
bayılırım.
Farklı yörelere, kültürlere ait yemekleri
sever misiniz?
MK: Evet seviyorum. Örneğin Konya kebap. Lahmacun ve Perde Pilavı çok
güzel.
Yemek yapmak, yazı yazmak… Size
nasıl duygular veriyor?
MK: İkisi de beni çok mutlu eder. Benim için bir
çeşit terapi. Yazı masasından kalktığım an çok neşeliyimdir. Şarkılar söylerim.
Yemek yaparken de şarkılar söylerim. Moralim bozuk olduğunda yemek yapmak dinlendirir
beni.
Sevdiklerinize özel anlarda
yaptığınız bir yemeğin tarifini verebilir misiniz?
MK: Bizim
evde hafta sonu kahvaltılarını hep ben hazırlarım. Biberli ve bol soğanlı
menemen yaparım. Soğanlar hafiften yanıyor gibidir. Kızım, soğan karamelize
edilmiş diye sürekli beni teşvik etse de, kahvaltıyı hazırlamam için gaza
getiriyor sanırım(!) Bilemiyorum. Ancak
şimdilik soğanı karamelize edilmiş(!) menemen hazırlamaya devam ediyorum.
Gelecek
ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?
MK: Ben bir
Honore de Balzac hayranıyım. Balzac’ın insanı alıp götüren betimlemelerine bayılıyorum.
Müthiş bir yazar. Çok tutkulu bir insan. Yazarken kendinden geçen ve tüm gece
sabaha kadar yazan biri. İnsanlık Komedyası adını verdiği 85 kitap yazmış.
Bunların 40 tanesi dilimize çevrilmiş. Onun gibi yazabilmeyi çok arzu ediyorum.
Hayalim Vadideki Zambak gibi bir Balzac Klasiği yazabilmek.
Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi
kendine en çok çeken yazar hangisidir? Neden?
MK: Türk yazarlardan ilk olarak Kemal
Tahir, Cemil Meriç ve Sabahattin Ali gelir. Hepsinin kitaplarından bende derin
izler vardır. Kemal Tahir, realist bir yazardır. Birilerine övgüde bulunma
derdine düşmemiştir. Esir Şehir üçlemesinde işgal altındaki İstanbul’da bazılarının
çıkar için ihanet ederken yoksul Anadolu insanının mücadelesini gerçekçi bir
dille anlatmıştır. Cemil Meriç, Balzac çevirilerini dilimize ilk kazandıran
kişidir. Altın Gözlü Kız’ı çevirmiş ama kitap basılmamış. Cemil Meriç kimbilir
ne kadar üzülmüştür. Sabahattin Ali’nin tüm kitapları muhteşem. Büyük bir
anlatım gücü var. Özellikle Kürk Mantolu Madonna tekrar tekrar okunmalı.
Dünya yazarlarından Balzac, Tolstoy,
Goethe ve Cengiz Aytmatov. Son dönemde Murakami. Balzac zaten tutkularıyla
yazan bir insan. Tolstoy, Savaş ve Barış’ın önsözünde bile bir insanlık dersi
verir. Çılgınların kahraman gösterildiği bir dünyada yaşadığımızı, savaşların
bu çılgınlar yüzünden çıktığını Tolstoy’da görürsünüz. Goethe’nin Faust’unu
dünya bilir. Tüm kitaplarından sonra asistanı Akkerman’ın anılarını da
araştırdım. Goethe’nin insana pozitif enerji veren bir yüz ifadesi var. Beni
öyle etkiledi ki, Goethe’ye -Aziz Dostum, size 174 yıl uzaktan yazıyorum- diye
başlayan bir mektup yazdım. Aytmatov için şunu söylerim: Toprak nedir anlamak
isterseniz Toprak Ana’yı okumalısınız. Dişi Kurdun Rüyaları’nı okuduktan sonra,
yolda karşılaştığım kurt köpeği gezdirenlere -Bu kurdun sizi nasıl gördüğünü
anlamak isterseniz Dişi Kurdun Rüyaları’nı okumalısınız- demeye başladım.
Bazıları gülüp geçti tabi. Ancak bir yazarın duygu yoğun süreci bu işte. Murakami’de
ise bitmeyen bir enerji bulursunuz. Bir insanın idealleri uğruna neler
yaptığını görmek isterseniz Murakami’nin -Koşmasaydım Yazamazdım- kitabını
tavsiye edebilirim.
Yazdığınız onca kitap arasında
aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?
MK: Epeyce
var. Hemen aklıma gelen son romanım Aç Kapıyı Ben Geldim’deki bir şiir.
Gül reçeli yapan kadınların
Yüzünde güller açarmış
Yüzünde güller açan kadınlar
Güllerden reçel yaparmış
Röportajı yapan siz olsaydınız,
sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne
olurdu?
MK: Şunu sorardım: Bu kadar az kitap okunan bir
ülkede yazmaya çalışmak doğru mu?
Yanıtım şu olurdu: Yanlış! Yanlış ama ben kitapları
kendim için yazıyorum. Çünkü kitaplarım beni ifade ediyor.
Değerli vaktinizi ayırıp
sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için tekrar teşekkür ederim.
Lale
Bollukcu