Öykü, roman ve senaryo yazan neredeyse tüm
zamanını yazma işine adayan ve araştırmaya gönül veren bir kişi. Ayrıca araştırmacı
kişiliğiyle bize bilmediğimiz ama tarihimizde çok önemli yeri olan bir mekânı kitabında
tanıtan değerli bir yazar.
Sadece yazar kimliğiyle hatırlanmak isteyen,
okurları tarafından merakla beklenen yeni kitabı Son İstasyon ile de gönüllere
taht kuracak olan Tolga Aydoğan ile harika bir günde İzmir gibi sımsıcak, içten
ve keyif verici bir röportaj yaptım.
Lale Bollukcu: Öncelikle sizinle söyleşi
yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.
Tolga Aydoğan kimdir? Bize kendinizi
kısaca tanıtabilir misiniz?
Tolga Aydoğan: 1982 Ankara doğumlu,
kendi halinde yazarlık yapan bir adam. Dokuz tane kitabı ve bir o kadar da
dizilerde senaryosu bulunmakta.
Arka
Sokaklar başta olmak üzere Kanıt, Bizim Evin Halleri, Unutma Beni, Cennet Mahallesi,
Cemile gibi Türkiye’nin popüler dizilerini yazmış bir adamdır.
Kitapları
Yalnızlık Mevsimi-Bir Ankara Masalı, Kırkikindi Yağmurları, Senaryo Yazarlığı,
Mahzen, Kalbimde Bir Yara Bozcaada, Yabancı, Peri Masalı, Son İstasyon bir de
Oruçoğlu Ailesinin Biyografisi Yılmaz Oruç’un Hayatı…
Lale
Bollukcu: Sinema ve yazarlık eğitimi aldınız. Yazma tutkunuz ne zaman başladı?
Tolga Aydoğan: Ortaokulda sınıfta günlük tutan tek
erkek öğrenciydim bu yüzden de biraz dalga geçiliyordu. O dönemde edebiyat
hocası bir kompozisyondan sonra “Sende bir ışık var” dedi. Aynı dönemde Ankara
Yeni Mahalle Belediyesinin düzenlediği yarışmada ikincilik ödülünü aldım.
İstemeden Turizm eğitimi aldım. İstanbul’da bir arkadaşım “ Yazarlık, televizyon,
senaryo eğitimi alır mısın?” dedi ve Türker İnanoğlu Vakfı’nda bana bursluluk
sınavının olduğunun bilgisini verdi.
İstanbul’a
gidip kaydımı oluşturdum ve sınava girerek birincilikle sınavı kazandım. Yazarlık,
sinema ve televizyon eğitimi alarak eğitim hayatıma başladım. Okulun ikinci
ayında yazdığım öykülerden birisini senaryo derslerine giren Arka Sokaklar
dizisinin senaristi Ahmet Yurdakul’a verdim. “ Sen hem oku hem de çalış “
diyerek beni Cennet Mahallesi dizisine aldılar. İlk profesyonel olarak öykü
yazdığım dizilerden biridir.
Lale Bollukcu: İlk romanınız Yalnızlık
Mevsimi – Bir Ankara Masalı. Ardından diğerleri geldi. İlk romanınızın doğuş hikâyesi
nasıl oldu?
Tolga Aydoğan: Aslında benim ilk romanım Kırkikindi
Yağmurları. Sekiz ayda yazarak 25 yaşındayken kitabı bitirdim. O dönemde de Bizim
Evin Halleri isimli dizide çalışıyordum. Dosyamı verdiğim Bilgi Yayınevi basmak
istediğini söyledi fakat beni üç sene bekletti. O bekleme sürecinde de piyasayı inceledim.
Baktım ki Kırkikindi Yağmurları 12 Eylül dönemini anlatıyordu ve siyasi
konuları içeren romanlar fazla okunmuyordu. Aşk kitabı yazayım dedim yani en
azından daha hızlı yayınlanabilir diye düşündüm.
Bu sürede
de Arka Sokaklar dizisine başladım. Kırk, kırk beş gün civarında bir boşluğum
oldu ve bu boşlukta hemen Yalnızlık Mevsimi – Bir Ankara Masalı’nı yazdım.
Yazdığım kitabı Postiga Yayınlarına verdim. Beğendi ve basmak istedi. Akabinde
de Kırkikindi Yağmurlarını da verdim ve basıldı. Ankara doğumlu olduğum ve
anılarımda Ankara’da olduğu için bir Ankara kitabı olmasını istedim. Hüzünlü
bir hikâyesi vardır. Ankara’da yaşayan genç bir kız ve oğlanın aşkları ve
seneler sonra tekrar karşılaşmalarını anlatır.
Lale Bollukcu: Kelimeleriniz ne zaman ve
nerede kalem ile kâğıtta raks ediyor?
Tolga Aydoğan: Bir ilham gelmesi asla beklenmemesi
gerekir. İş profesyonellikse bunun bir saatinin olmayacağı düşüncesindeyim.
İlham gelmesini beklerseniz çok beklersiniz. Ben bir roman yazacaksam şayet
sabah altıda kalkarak başlarım. Akşama kadar çalışırım. Yemek molasından sonra
yatmadan önce gece saat on iki, bire kadar çalışırım. Ertesi gün yine aynı
saatlerde yazılarımı yazarım.
Senaryo
bazındaysa böyle bir lüksünüz yok. Sabahtan başlayıp hatta yemek bile yemeden
işi yetiştirebilmek için devamlı yazarsınız. Senaryoların işleyişi bizde
farklıdır. 90 dakikalık bir dizinin senaryosu 90 sayfalıktır ve size üç gün
verilir. Aslında 90 sayfa bir sinema filmidir. Senaryo yazımı biraz daha
yorucudur.
Roman şu
açıdan iyi istediğiniz şeyi yazıyorsunuz. Sipariş bir şeyi yazmıyorsunuz. Roman
yazmayı, edebi bir eseri yazmayı daha çok seviyorum. Sadece benim için değil
birçok senaryo yazarı için senaryo yazmak bir işkencedir. Oyuncuları,
yönetmeni, yapımcısı için daha pozitiftir. Ayrıca ben çok göz önünde olmayı
sevmem. Ben sadece yazar kimliğimle tanınmak istiyorum. Ben yazayım insanlar
kitabımı okusun.
Lale Bollukcu: Kesinlikle devamlı kitap
yazın ve bizler de okuyalım.
Geçen sene Facebook’taki Kitap Yoldaşlığı
sayfasının düzenlemiş olduğu kitap okuma etkinliğinde “ Kalbimde Bir Yara
Bozcaada “ isimli kitabınızı okuduk. Kitaplar Türkiye’yi Geziyor etkinliğinde
severek okuduğum bir kitap oldu. Beni çok etkiledi. Kitapta yazılan yerleri
gidip görmek istedim. Türk genci ve Rum kızının arasındaki sevgiyi, aşkı
hissederek okudum. Kitabı okurken sanki ben de o günlerde yaşadım karakterlerle
beraber. İşlenen o saf sevgiyi, aşkı o kadar güzel yazmışsınız ki bir kere daha
kaleminize sağlık diyorum.
Okuyucularınıza bu duyguları verebilmek
için siz neler hissederek yazıyorsunuz?
Tolga
Aydoğan: Teşekkür
ederim sağ olun. İmza için Bozcaada’ya gitmiştim. İmza sonrası yemek yediğimiz
yerin sahibine sordum “ Burada ilginç bir hikâye var mı? “. Biraz bekledikten
düşündükten sonra “ Evet var öyle bir şey “ dedi. “ Geçen gün buraya bir Rum Hanım
geldi. Yan taraftaki ortaokula girerek hüngür hüngür ağladı, çıktı. Oturttuk
sakinleşsin diye çay ikram ettik. Meğerse kadın o 6 - 7 Eylül olaylarında mecburen
ayrılmak zorunda kalmış. Takriben 70 – 80 yaşlarında bir hanımefendi. Yıllar
sonra Bozcaada’ya gelip okuduğu okula giriyor anıları depreşiyor, hüzünleniyor.
“
Bu olayı
duyunca da kurgulayarak Kalbimde Bir Yara Bozcaada isimli kitabımı yazdım.
Lale Bollukcu: Gerilim, aşk, 12 Eylül
farklı farklı konularda romanlar, senaryolar yazıyorsunuz. En son çıkan
kitabınız Son İstasyon da öykülerden oluşmakta. Roman ile Öykü arasında farklar
sizce neler?
Tolga Aydoğan: Roman yazmak bir maraton koşmak
gibi. Öykü yazmak ise 100 metreyi koşmak gibi. 100 metreyi koşan sporcu
inanılmaz bir güçle çıkıyor ve finali iyi saniyede geçmesi gerekiyor. Roman
yazarken de enerjisini idareli kullanıyor, birçok şeye daha dikkat ediyor,
süreci o şekilde tamamlıyor. Yazar içinde benzer bir durum söz konusu. Öyküyü
biz ikiye ayırıyoruz; durum öyküsü, olay öyküsü.
Bana
sorarsanız bazı yönlerden öykü yazmak roman yazmaktan daha zor. Bir kesit verecekseniz,
durum öyküsü anlatacaksanız en iyi şekilde tokat atmanız, işlemeniz gerekiyor.
Okuyucu mutlu olsun. Mesela Aziz Nesin’e diyorlar “ Ne güzel senin öykülerin
hemen okunuyor, sıkmıyor.” Aziz Nesin’de cevap veriyor “ Ben sekiz defa dokuz
defa okuyorum okuyucu sıkılmasın diye üzerinden defalarca geçiyorum “.
Bir senede
yazılan roman var. Bir günde yazılan öykü var. Yazar her gün bir öykü yazacakmış
gibi hazırlanarak bir sene boyunca aynı eforu sarf edecek ve roman ortaya
çıkacak. Romandaki olay nedir, karakteri açarsın, mekâna derinlik verirsin,
dramatik yapıyı ona göre kurarsın.
İkinci yeni
garip akımından sonra ortaya çıkan öykücülüğe en iyi örnek Can Yayınlarından
kitabı çıkan Sayın Sine Ergün, ödül almış bu kitabıyla. Genelde duygu
durumlarını anlatan öyküler. Günümüz öyküsünü örnekleyen bir yazım şekli var.
Eski
öykülere de baktığımız zaman Tarık Dursun, Ahmet Yurdakul gibi yazarlar ise
genelde olay öyküleri yazıyorlar, karakter daha ön planda, daha bir derinliği
var.
Son
İstasyon öykü kitabını yazarken aynı ismi taşıyan öykünün ilginç bir hikâyesi
oldu. Bir öykü yazarken pek bilinmeyen, Kurtuluş Savaşı’nda önemli yeri olan
bir mekânı keşfettik. Eğirdir Garı, Kurtuluş Savaşı’nda bir menzil noktası.
Cepheye silahın, yiyeceğin sevkiyatlarının yapıldığı bir noktaymış. Daha da
ilginci Mustafa Kemal Atatürk Sad Harekât Planı diye bir plan kaleme alıyor. Bu
bilgiyi de araştırmalarım sırasında öğrendim.
Bir tarihçi
vasıtasıyla Eğirdir Akın Gazetesine ulaştım, Recep Bozkurt ile görüşerek bu
bilginin detaylarını öğrendim. Kurtuluş Savaşında 21 adet uçak kullanmışız.
Genelkurmay arşivinden öğreniyoruz ki bu bilgi okullarda öğretilmiyor. Kurtuluş
Savaşı’nda ordu eğer yenilmiş ve ya ters bir durum olsaydı Mustafa Kemal
Atatürk’ün B planı olan bu Sad Harekat Planı ile ordu Eğirdir Garı üzerinden
Toroslara çekilecekti. Bu bilinmedik bir konuyu ele almak istedim. Sıkıcı bir
tarih metni olmasın diye bireyin üzerine yansıtarak, Eğirdir Garı’nda çalışan
bir telgrafçı kişinin üzerinden aktardım.
Kurtuluş
Savaşı’nda geçen ve arka planda çok önemli bir yeri olan Eğirdir Garı’nı işlediğim
için müthiş derecede içime sinen, gurur kaynağı bir öykü oldu.
Lale Bollukcu: Son İstasyon hikâyenizi
okuduğumda kullanılan dilin o tarihlerde kullanılan dil olduğunu gördüm. Bazen
benim bile bilmediğim kelimeler karşıma çıktı. Bu öykünüzü yazarken ayrıca
nasıl bir hazırlık yaptınız?
Tolga Aydoğan: Son İstasyon'un ruhunu
yansıtması için özellikle o dönemde kullanılan jargonu öyküye yedirmeye
çalıştım. Böylece okuyan kişi atmosferi daha net hissedeceğini tasavvur ettim.
Henüz yeni çıksa da kitabı okuyan birkaç arkadaşım da benzer bir şeyi dile
getirdi. Bunun okuyucuyu yorduğunu düşünmüyorum, aksine eski kelimelerin
edebiyatımızda kullanılmasının bir zenginlik olduğu kanaatindeyim.
Kullandığım
eski kelimelerin birçoğu zihnimde var olan fakat gündelik hayatta sıkça kullanmadığım
kelimelerdi. Atatürk'ün telgrafları mesela aslı gibi durmaktadır öyküde. Kaymakam
Sulhi Bey'in Vali'ye göndermiş olduğu eski kelimelerden oluşan telgraflar da
hakeza orijinaldir. Diğer kitaplarımda daha yalın bir dil kullanmayı tercih
etmişken, eski kelimelerin Son İstasyon'a yakıştığını düşündüğüm için tercih
ettim.
Lale Bollukcu: Kitaplarınızın kapak
tasarımlarınızı nasıl hazırlıyorsunuz?
Tolga Aydoğan: Kitap kapakları oluşturulurken
yayınevi - grafiker - yazar üçlü bir toplantı yapar ve kafadaki düşünceler
ortaya konur. Biz hep böyle yapmışızdır. Herkes fikrini beyan eder ve iki kapak
yapılır. Beğenilen kapak üzerinde gerekli revizyonlar yapıldıktan sonra da son
hali verilir ve baskı için hazır hale gelir. Ben kapak konusunda grafikeri
biraz özgür bırakmak taraftarıyım. O da kitabı okur çünkü objektif olarak bizim
görmediğimiz noktalardan kapağı oluşturma fikrini ortaya atar. Bu şekilde yapıyoruz
kapak çalışmalarını.
Lale Bollukcu: Yazdığınız
her bir kitabın matbaada basıldıktan sonra ilk kopyasını elinize aldığınızda
neler hissediyorsunuz?
Tolga Aydoğan: Kitap çıktıktan sonra
açıkçası biraz tereddütlü davranıyorum, çünkü bilgisayarda yapılan kapağın
rengi ile kitap çıktığı zaman fiziki kapak arasında renk farklılığı olabiliyor.
O nedenle heyecan aslında biraz bundan kaynaklı oluyor. Renklerde şayet bir sıkıntı
yoksa elime kitabı alıp sayfaları çeviriyorum.
Sayfaların
kokusunu bir içime çekiyorum. Güzel bir duygu oluyor elbette. Bu sefer acaba bu
kitabın değeri bilinecek mi diye düşünmeden edemiyorum. Hele ki Son İstasyon
kitabında bu kaygıyı cidden hissettim. Bakalım satışları nasıl olacak.
Lale Bollukcu: Senaryosunu
yazdığınız diziyi seyrederken aklınızdan neler geçiyor?
Tolga Aydoğan: Ben TV'ye dizi yazıyorum
fakat televizyonu sevmeyen, seyretmeyen birisiyim açıkçası. Televizyonun
insanların beynini uyuşturduğunu düşünüyorum. Televizyon, sigaradan, alkolden
hatta uyuşturucudan bile daha beter bir şey. En son TRT'ye bir dizi yazdım,
inanın seyretmedim yazdığım bölümleri. Seyrettiğim zaman da zaten yönetmene-
oyuncuya sinirleniyorum, benim yazdığım güzel bir sahneyi ya çekememiş oluyor
ya oyuncu kötü oynamış oluyor. Bunu o kadar çok yaşadım ki o yüzden de izleme
gereği duymuyorum.
Lale Bollukcu: Yeni bir kitap projeniz var
mı?
Tolga Aydoğan: Atilla İlhan’ın eski bir programında
söylediği bir söz beni yeni yazıyor olduğum kitabın araştırmasına, konusuna
itti. Dedi ki “ Maalesef artık bunlar yazılmıyor, gençlerimiz tarihi tam olarak
bilmiyor”. Atatürk’ün hayatına girmiş ve Kurtuluş Savaşı’nda ya da Türkiye’nin
ilk kadın heykeltıraşı gibi ilklerin olduğu bir araştırma yapıyorum. “ Atatürk’ün
Hayatına Değenler “ ya da “ Atatürk’ün İzindekiler “ ismi ile yayınlanacak olan
böyle bir kitabın hazırlığı içindeyim. Maalesef günümüzde Atatürk, hor görülüyor,
aşağılanıyor, kötü sözler söyleniyor ve ben bunları hazmedemiyorum. Bunlardan
dolayı ben bireysel olarak mücadelemi vererek Atatürk’ün bilinmeyen yönlerini
insanlara anlatmaya ve sevdirmeye çalışacağım.
Lale Bollukcu: Senaryo, roman ve öyküler
yazmaktan kitap okumaya fırsat bulabiliyor musunuz?
Tolga Aydoğan: Şu an önümde 18 adet Atatürk ile ilgili
kitap var aynı anda okuyup araştırdığım. Yeni yazarlardan Hakan Bıçakçı’yı
okuyorum. Kemal Tahir, Atilla İlhan, Tarık Dursun gibi yazarlarımızın
okumadığım eski eserlerini okumaya çalışıyorum.
Lale Bollukcu: Benim bir de yemek, kültür
bloğum var. Yemek yemek ve yemek yapmak ile aranız nasıl?
Tolga Aydoğan: Karnıyarığa bayılırım. Turizm
okuduğum için öğrencilik yıllarımda bir takım yemekleri yapmayı öğrendim.
Yemekten asla kopmadım, yapmasını da yemesini de seviyorum. Antep yemeği olan Ali
Nazik yapmayı çok severim. Patlıcanları kızarttıktan sonra kabuklarını soyarak
küçük küçük doğruyorum. Diğer yanda soğanı doğrayıp pişirirken kıymasını da
koyup kavuruyorum. İçine birkaç diş sarımsak ve kabukları soyulup doğranmış domatesi
de katarak bir güzel sos gibi pişiriyorum. Doğradığım patlıcanları bir borcama
döküyorum üzerine de pişirdiğim sosu gezdiriyorum. Afiyet olsun.
Lale Bollukcu: Bu tarif için ayrıca
teşekkür ederim. En kısa zamanda bu tarifinizi uygulayacağım. Yemek yapmak yazı
yazmak, ikisi de bir şeyleri ortaya çıkarmak, üretmek. Bunları yaparken neler
hissediyorsunuz?
Tolga Aydoğan: Yemek yapmak biraz daha zahmetli bir
iş oluyor. Hele ki yaprak sarması saatlerce yapılıp iki dakika da yenip bittiği
için yapan kişiye işkence oluyor. Yemek yapmak bir zorunluluk değilse
kesinlikle daha bir lezzetli oluyor ve keyif alıyorsunuz. Yazmak içinde aslında
aynısını söyleyebilirim.
Birinde
yemek yiyorsunuz diğerinde de kitap bittikten sonra okurlar mesaj gönderiyor.
Mesela okur mesajında, ben kitabınızı çok beğendim, diyor işte o zaman müthiş
bir keyif ve lezzet alıyorsunuz yazmaktan. İkisinin de ortak noktası var. Yemek
yapana da yazı yazana da eline sağlık diyoruz.
Lale Bollukcu: Kara kalem ile mi
yazılarınızı yazmayı seversiniz bilgisayarla mı?
Tolga Aydoğan: Ben o süreci şöyle yaşadım. Öğrencilik hayatımda bilgisayarım Ankara’daydı
ben İstanbul’da okuyordum. Cennet Mahallesi dizisinin öykülerini kara kalemle yazıyordum
okulda bilgisayarda yazarak mail gönderiyordum. Bir süre sonra kendi yazdığım
edebi öyküler için bir daktilo satın aldım.
Turuncu Olympia marka F klavye bir
daktiloydu. Emin olun yazma hızınız düşük ama düşünme hızınız daha da artıyor
ve yazdığınız eser daktiloda kaliteli çıkıyor. Bilgisayara geçtiğiniz zaman
sanki suni bir şey yazıyormuşsunuz gibi oluyor. Daktilodan bilgisayara geçen
birçok arkadaşım da benzer duyguları yaşamışlar. Daktilo ile yazmak daha bir
keyifli.
Lale Bollukcu:
Yazar adaylarına ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?
Tolga Aydoğan: Öncelikle sabır diyorum. Geçmiş yıllarda Sayın Sülhi
Dölek şöyle demişti, “ Yazarlık her sene yazarlık sürecinin üzerine bir tuğla
koymaktır ve bir süre sonra duvar inşa edersin”.
Ben ilk yazdığım öykülerde
kendimi, ailemi, arkadaşlarımı, çevremdeki kişileri, meslek gruplarını
anlattım. Bu aslında yazmanın en doğalı, daha da öncesine gidersek günlük ve
kompozisyon geliştiriyor. Bir süre sonra da karakterler oluşturarak yazmaya
başlıyorsun. Bunlar da bir anda oluşmuyor o yüzden sabır diyorum.
Senaryo yazımı üç aşamalıdır.
Önce öyküyü yazıyorsun, daha sonra biraz geliştiriyorsun tretman yazıyorsun en
son da senaryoyu yazıyorsun. Teknikleri bilmen gerekiyor ve bunun içinde eğitim
alman şart.
Edebi bir eser yazacak olan
kişiler için de eğitim alsalar da olur almasalar da ama bol bol okuması
gerekiyor. Orhan Pamuk’u okuması lazım, post modern roman dedikleri nedir okuyup
görmesi gerekli. Kemal Tahir, diyalogları akıtarak yazmaktadır. Beslendiği kişi
de Nazım Hikmet’tir. Bir de Orhan Kemal vardır, araları çok iyi olduğu için düz
yazıları hep diyaloglu akıtırlar. Tarık Dursun, daha görsel anlatır.
Paragraflarında görsel şölen vardır sanki sinema filmi seyrediyormuş hissi ile okunur.
Kırkikindi Yağmurları romanımda
Ahmet Yurdakul’un Korsanın Seyir Defteri isimli romanının tekniğini kullandım.
Günümüzde yaşanan bir hikâyeyi, bir geçmişe bir bugüne dönerek yazarız. Bu bir
tekniktir. Bir süre sonra devamlı okuyup yazarak hoşunuza giden bir üslup
oluşturuyorsunuz.
Öncelikle yazar olmak isteyen
herkes bol bol okuyacak ve günlük ile başlayacak. Kompozisyon ile devam edecek.
Denemeler yazmaya çalışacak, ardından öykü yazacak ve en son da roman.
Lale
Bollukcu:
Röportajı yapan siz olsaydınız, kendinize sorulmamış hangi soruyu sorardınız?
Tolga Aydoğan: Yazar olmasaydım ne olurdum? Olabilir
belki. Yazar olmasaydım sporla uğraşırdım.
Senelerce lisanslı olarak futbol ve basketbol oynadım. Hatta basketbol antrenörlük
sertifikam bile var.
Hayat tesadüflerden ibaret Balıkesir
Üniversitesi'nde istemediğim bir bölümü okumak zorunda kaldım, sonrasında da arkadaşımın
yönlendirmesiyle TÜRVAK'ın bursunu kazandım ve sinema TV eğitimi aldım. Hiç
aklımda yokken birden İstanbul'da buldum kendimi. Okulun ikinci ayında da kendimi
Cennet Mahallesi'nde öykü yazarken buldum. Belki Sinema-TV eğitimi için
İstanbul'a gitmeseydim şu an bir basketbol takımını çalıştırıyor olurdum.
Lale
Bollukcu: Atatürk’ün çocuklara ve ruhu hep çocuk kalanlara armağanı olan bu
güzel günde değerli vaktinizi ayırıp sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz
için tekrar teşekkür ederim.
Lale Bollukcu
Bu güzel sohbet için ikinize de çok teşekkürler Tolga Aydoğan ve Lale bollukçu :)
YanıtlaSilTeşekkürler. Sevgilerimle...
SilSohbet tadında güzel bir ropörtaj olmuş. Yazarımıza meslek hayatında başarılar dilerim. Teşekkürler Lale Mevsimi...
YanıtlaSilO ışık, kocaman bir evreni aydınlatan güneş oldu. Teşekkürler emeği geçenlere.
YanıtlaSil