Yazarın tek ve en büyük
silahı kalemidir ve o kalemin beynine, ruhuna sahip çıkmak yazarı hür, bağımsız
kılar… Nermin Bezmen
Masmavi gökyüzünde uçan martıların neşeli sesleri ve
sıcacık bir kahve eşliğinde harika bir röportaj okuyacaksınız…
Lale
Bollukcu: Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.
Nermin
Bezmen: Ben teşekkür ederim.
Lale
Bollukcu: Kitaplarınızı yazmaya başlarken kurguyu önceden mi belirlersiniz?
Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir?
Nermin
Bezmen: Yaşadığım gibi yazıyorum; kâlbimin sesiyle... Bir karakter, bir olay,
bir mekân yüreğime seslenir ve “Beni yaz!” der. O anda konum bellidir, başlığım
bellidir ve bir kaç satır içinde de romanımın çerçevesi belirlenmiştir. Nasıl
başlayacağı, hangi cümleyle okura “Merhaba” diyeceğim daha en başta zihnimde
bellidir, sonra araştırmaya, not alıp çalışmaya başlarım... Anlatacağım devri,
mekânları, karakterleri ile ilgili okuma yaptıkça hikâyem gelişir… İlk
belirlediğim ana çizgilerin içine yeni renkler oturur…. Kendimi artık yazmaya
hazır hissettiğim zaman ise çalıştığım ve hafızama nakşettiğim her detay, bana
ilk heyecan veren o ipucunun etrafında nakış gibi işlenmeye başlar... Şayet
gerçek bir öyküye hayat vermiyorsam bir, iki bölümden sonra kahramanımı kendi
haline bırakır, onun ihtiyaçlarını dinler ve dillendiririm... O seçmeye başlar,
en yakın arkadaşını, sevgilisini, düşmanını. Nasıl bir yerde yaşamak
istediğini, nasıl bir macerası olduğunu anlatır bana… Âdeta onunla birlikte
yazarız sonrasını…
Lale
Bollukcu: Yazmak sizin için hayat boyu
sürecek bir serüven mi yoksa yazmayı bırakmayı düşündüğünüz bir zaman var mı?
Nermin
Bezmen: Yazmak benim için yaşam şekli, nefes alıp vermek kadar elzem, duygusal,
ruhsal, zihinsel ve fiziksel bütünlükte yaşadığım bir süreç. “Avucun kaşınınca
para gelir” derler... Ben, sabahları uyandığımda yazmak heyecanıyla avuçlarım
kaşınır… Benim zenginliğim de bu; yazmak... Yani, şayet başkaca bir sağlık
problemim olmazsa ölene kadar yazacağım. Her halde ya yazarken, ya da yazmaya
ara verip dinlenceye çekildiğim bir anda öleceğim.
Lale
Bollukcu: Yazı yazmadığınız zaman kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Nermin
Bezmen: Yazı yazmaya hazırlanıyor gibi hissediyorum. Yazmadığım anlarda,
hayatın en derinden tadını çıkardığım zamanlarda bile, beynimin arka loblarında
yazacaklarımla ya da hali hazırda yazmakta olduklarımla ilgili bir hareket, bir
yaratma süreci yaşanır. Örneğin, dün bütün gece, yeni çalışmakta olduğum
romanımla ilgili rüyalar gördüm sabaha kadar. Rüyamda kendi kendime
yazacaklarımı yüksek sesle tekrarlıyordum ezberden. Bunlar daha önceden not
almış olduğum bir şeyler değildi. Sabahın beşinde heyecanla ve yürek
çarpıntısıyla uyandım ve hemen hepsini bilgisayarıma geçirdim.
Lale Bollukcu: Çeşitli
okullara giderek edebiyat üzerine söyleşiler de yapıyorsunuz. Gençlerin
edebiyata karşı ilgisi nasıl? Ne gibi farklı sorularla karşılaştınız? Şimdiye
kadar karşılaştığınız en ilginç soru ne oldu?
Nermin
Bezmen: Çok okul geziyor, çok çocukla, gençle buluşuyorum. Doğa ve Bahçeşehir
Kolejlerinde ve diğer münferit okullarda müfredatta olan “Hayâl Takımı –
Sonsuzluk Bahçesine Yolculuk” romanım dolayısıyla sekiz - on iki yaş grubu ile
sohbetlerimiz olurken, orta okul, lise ve üniversite talebeleri ile de yetişkin
romanlarım sebebiyle bir araya geliyorum.
Günümüzün
sunduğu teknolojik oyalanma imkânları, hazır sunulan ve çabuk tüketilen
oyunlarla, ekran karşısına kilitlenerek kurulan sessiz, sohbetsiz, paylaşımsız
arkadaşlıklardan maalesef etkilenmemeleri mümkün değil. Ancak, bu arada
uzağında kaldıkları, sorgulamadıkları, karşılaştırmasını yapmadıkları
duyguları, yaşamları, tarihi onların tanışmamış olduğu veya az yaklaştığı
gizemli bir dünya olarak tanıtırsanız ilgilerini çekiyorsunuz hemen. Okumayı sevmeseler dahi sohbetinizde kişisel
ve duygusal açıdan onları yakalayabilirseniz, yazdığınızla da ilgileniyorlar. Ben
katıldığım toplantılardaki paylaşımdan, ilgiden, sorulan sorulardan çok
memnunum. Yetişkinlerin okullarındaki konuşmalarım daha ziyade insan
psikolojisi, aşk, sevgi, paylaşım, hayat kavgası, özgüven, birey olmak, vâr
olmak, kendi seçimleriyle yaşayabilmek, sürü parçası olmaktan uzak durmak,
kendini tanımak, kendini bilmek, iyi iz bırakmak üzerine yoğunlaşırken,
miniklerle de, aşağı yukarı aynı konuları daha onların yaşlarına indirgeyerek,
arkadaşlık, sırdaşlık, iyi arkadaş seçmek, iyi, saygılı, dürüst, çalışkan ve
yardımsever insan olmak gibi detayları kitabımın konusunun içinde zenginleştirerek
anlatıyorum. Çok enteresan, çok ince düşünülmüş sorular çıkıyor genellikle...
Zaten sorularından çocukların hangisinin hayata nasıl ve ne tarz asılacağını,
ne kadar duyarlı olacağını hemen anlıyorsunuz.
Son
bir kaç senedir ilk eğitim buluşmalarımda en çok dikkatimi çeken Hayâl Takımı
kitabımdaki çocuk karakterlerden Antranik ve Moiz’ı çocukların yabancı sanması
oldu. Mina’nın, yani benim, neden arkadaşlarını Türk olmayan çocuklardan
seçtiklerini soranlar hemen hemen her toplantımda oldu. Onlara, arkadaşlarımın
yabancı olmadıklarını; Antranik’in bir Türk Ermenisi, Moiz’in ise Türk Musevisi bir ailenin
çocukları olduğunu, bizlerin hep beraber yaşayıp, bir diğerimizin dinini,
kültürünü sorgulamadan, ailelerimizin de dostluğunun yanısıra, gayet güzel arkadaşlıklar,
sırdaşlıklar kurduğumuzu anlattım uzun uzun. Ama bu soru beni hem düşündürdü,
hem üzdü. Ülkemizi kendi içinde bölenlerin, bizleri getirdiği ayrımcılık noktasında,
birbirimize ne kadar yabancılaştığımızın ispatıydı bu soru. Aslında zaten bunun
farkındalığında, kendi çocukluğumdan dokuz yaş yılımı baz alarak yazmıştım bu
romanı. Çok huzurlu, çok kardeşçe yaşadığımız zamanlardı… Bugünün kaotik,
ayrışmış, kamplaşmış Türkiyesi’nin çocuklarına farklı bir nefes olsun
istemiştim. Demek doğru seçim yapmışım.
Lale Bollukcu: Kurt
Seyt&Shura, Kurt Seyt&Murka, Shura kitaplarınız bir dönemi anlatan
romanlar. Bu kitapları yazarken nasıl bir hazırlık serüveni yaşadınız?
Nermin
Bezmen: Dönem romanları benim yazmaktan ziyade çalışırken daha çok zaman yatırımı
yaptığım eserlerim olur. Kurt Seyt &
Shura dizisinin bir avantajı; kendi öz ailemden yola çıkmamdı. Çoğu,
çocukluğumdan beri dinlediğim hikâyelerdi. Yine de, ilk üç romanım; Kurt Seyt
& Shura, Kurt Seyt & Murka, Mengene Göçmenleri, toplamda dört sene
araştırma, sonra dört sene de yazım süreciyle tam sekiz senede gerçekleşti.
Gerçekleri
de anlatsam, kurgu da yazsam, benim için devrin ve karakterlerin gerçeği çok
önemli. Benim kalemime değdiği andan itibaren kurgu kahramanlar, figüranları
dahi hepsi gerçeğe dönüşmeli. Okurum, okurken, onlarla bir gün karşılaştığını
veya karşılaşabileceğini düşünmeli. Anlattığım mekânlarda gezinmeli, gittiyse
hatırlamalı, hiç gitmemiş veya gitme şansı olmayacaksa da, görmüş, orada bulunmuş
gibi hissetmeli.
Aile
öykümü anlatmak için en büyük desteğim, anneannemin bana aktardığı anılardı.
İki sene boyunca her gün, saatlerce onunla oturduk ve dudaklarından dökülen her
kelimeyi not aldım. Sadece kelimeleri değil, o sözcükleri söylerken, o
cümleleri dillendirirken gözlerindeki, yüzündeki ifade, beden dili benim için
çok önemliydi, hepsini not aldım sayfa kenarlarına. Çünkü sonra romana dökerken,
o belli sahneyi anlatırken bunlar hep karakterlerimin hal ve tavırlarını
tarifimde kullandığım zenginlikler oldu.
Anneannemle
çalışmam bittikten sonra da arşiv ve ansiklopedik çalışmam başladı. İki sene de
o sürdü. Ama gelişigüzel bir çalışma değildi, her gün sekiz, on saat süren
disiplinli, âdeta tez hazırlar gibi hazırlandığım bir süreçti. Her bir romanda
anlattığım devrin ülkesi, insanları, yaşam kültürleri, dini, siyasi, sosyal,
antropolojik ve coğrafi detayları her biri kendi başına çalışılması ve
detaylandırılması gereken unsurlardır. 1892 nin Rusya’sında, Kırım’dan St.
Petersburg’a nasıl, kaç saatte, hangi duraklarda durularak gidilirdi, St.
Petersburg’dan Tsarskeyo Selo’ya troika hangi yollardan geçerek ne kadar
zamanda yol alırdı, şehirlerin mimari ve plânlama özellikleri nelerdi… gibi
binlerce ince, belki de önemli sayılmayacak ama aslında romanı gerçek ve inanılır
kılacak detayı araştırdım. Bu, her romanımda anlattığım her mekân için geçerli
bir çalışmadır. Kurgu da olsa benim için son derece önemlidir.
İşte
bu sebeplerden o dört yılın sonunda Kurt Seyit dizisini yazmaya oturduğumda
zaten artık o devre, kahramanlarımın dünyasına ışınlanmıştım ve sanki çalışma
odamda yanımda oturuyorlar ve kendi hayat hikâyelerini kulağıma fısıldıyorlar
gibi yazdım. Ne var ki; anlattığım karakterleri ve hayatlarını, her birinin
yerine kendimi koyarak, sahiplenerek ve onlarla kendimi özdeşleştirerek yazdığımdan
ruhsal anlamda çok zor bir süreçti. Onlarla beraber güldüm, mutlu oldum, âşık
oldum, hasret çektim, ağladım, acı ve yalnızlıkla sarıldım, kâlbim kırıldı,
aldatıldım, sürüldüm, göçtüm, öldürüldüm… Yaşadığım; farklı zaman ve farkl
ruhsal dünyalarda yolculuk beni hem çok yordu, hem çok heyecanlandırdı ve
zenginleştirdi.
Benim için her romanım bir üniversite eğitimi gibidir.
Ama sadece bilgi dağarcığımı, görüşümü değil, ruhsal ve düşün dünyamı da
derinleştiren, zenginleştiren bir eğitim.
Lale Bollukcu: Hem
büyüklere hem de çocuklara yönelik kitaplar yazmaktasınız. Hangisi daha keyif
verici?
Nermin Bezmen: İkisinden de ayrı zevk alıyorum.
Kıyaslamam zor. Çocuk romanı çok daha ince ve sorumlu düşünmeyi gerektiriyor.
Çünkü henüz şekilenmekte olan o minik dünyalara verdiğiniz her yanlış mesaj,
kullandığınız her yanlış söz, onların henüz taze, süzgeci henüz dar
dünyalarında çok yanlış izler bırakabilir. Ben çocuk kitaplarında “Ya”, “Be”,
“Ulan” gibi kelimeleri gördüğüm zaman zıvanadan çıkıyorum. Evet, öyle
konuşanlar olabilir ama biz neden miniklerimize sevgi ve saygıyla konuşmanın, arsızlık,
şımarıklıktan uzak yaşamanın incelikleri üzerine örnekler vermeyelim. Aynı şekilde, ebeveynlerin birbirleriyle diyaloglarında
da kabalığa, terbiyesizliğe ve küstahlığa tahamülüm yok.
Lale
Bollukcu: Çocuklara öyküler yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Nermin Bezmen: İlk çocuk romanım Hayâl
Takımı-Sonsuzluk Bahçesine Yolculuk’da kendi çocukluğumdan yola çıktım. Henüz
televizyonun, cep telefonunun, I-pad’in, tabletin icat olmadığı, ailelerin bir
çoğunun evinde telefon dahi bulunmadığı bir zaman dilimi benim çocukluğum. Şimdinin
elektronik âletleriyle hayatlarını bir zil sesi hızında ve dünyadan kopuk
yaşayan çocukları için masalsı bir zaman dilimi olacağını düşündüm. “Bir
varmış, bir yokmuş” denecek kadar uzak bir zaman... Yaşamların daha sade, daha
ağır bir tempoda yaşandığı, çocukların kendi mahallelerindeki okula yürüyerek
ulaştığı, öğle yemeğine eve geldikleri, akşam üzeri eve çay, kek saatine
yetiştikleri, annelerin çocuklarını evde beklediği, yemek saatlerinde ailece
sohbet edildiği, arkadaşlıkların evlerde, bahçelerde beraber oyunlar yaratma,
sır paylaşmayla yaşandığı, ninelerden masallar, efsaneler dinlendiği zamanlar…
Müslüman, Hristiyan, Musevi her dinden, her kökenden insanın birbirini
sorgulamadan, özeline karışmadan barış içinde yaşadığı ve dostluk ettiği
zamanlar… Varlıklı olanların varlıklarını göz önüne dökmeyecek gibi sade
yaşadıkları, para konuşmanın ayıp olduğu, ihtiyacı olana fark ettirmeden,
böbürlenmeden yardım edildiği zamanlar… Fakir ile zengin çocuğu ayrışmasın diye
okula siyah önlük giydiğimiz, pahalı olduğu için muz götürmediğimiz ince
düşünceli zamanlar… Esin kaynağım işte bu hayatlardı. Ancak günümüz çocuğunun
ilgisini çekip onu hikâyenin içine çekecek ek bir ivmeye ihtiyaç duydum ve
orada fantastik kurgu işin içine girdi. Ayrıca, dediğim gibi; çocukların arkadaşları ile, ebeveynleri ile,
ebeveynlerin bir birleriyle ve çocuklarıyla konuşmalarında dile son derece özen
gösteriyorum. Hitaplarda, ifadelerde sevgi ve saygı benim için çok önemli. En
kızgın, en haylaz çocuğun diyaloglarında bile avam, sokak ağzından uzak durmayı
seçiyorum. Zira “Zaten bunlar bizim içimizde var, zaten böyle konuşanlar var.”
anlayışıyla yapılan diziler ve yazılan
çocuk kitaplarıyla ülkenin Türkçesi, görgü kuralları ayaklar altına alındı, ben
bunun parçası olmak istemiyorum. Yazarken çok eğlendim ve görüyorum ki;
çocuklar da çok beğendiler, beğeniyorlar. Şimdi devamı gelecek.
Lale
Bollukcu: Günümüzün gençliğine üç tavsiye verecek olsanız bunlar ne olurdu?
Nermin
Bezmen: Öncelikle iyi, dürüst ve âdil bir insan olun: Sanıldığı kadar kolay
değil. Çünkü çok kötüye ve kötülüğe rağmen, kendinizi ezdirmeden, yok olmadan
ve sürünün parçası olmadan iyi kalabilmek zor. Şimdilerde, çalan çırpan
“marifetli”, hakkı elinden alınana “aptal” gözüyle bakılıyor. Amaca ulaşmak
için her şey mübah sayılıyor ve toplum siyasetten, yönetici kadrolarından,
sanatçısına kadar böyle yanlış örneklerle dolu. Siz bu zavallı anlayışı yıkın. Siz
zoru seçin, dünyanın iyiliğe çok ihtiyacı var. Kurtuluşumuz iyi, âdil, dürüst, çalışkan
insanlarda.
Kendiniz
olun: Bireyselliğinizin kıymetini, yapabileceklerinizin sınırını bilin. Birileri
ilham kaynağınız olabilir ama siz onların taklidi olmayın. En büyük
mücadeleniz; düşlerinizi, ideallerini yakalamak üzere kendinizle olsun. Bir
bozkır otu gibi yaşamayın. Varlığınızın sebebini ve bu dünyaya size hatırlatacak,
anımsatacak güzel ve iyi ne bırakabileceğiizi düşünerek ilerleyin.
Kendi
seçimlerinizle, kendinizdeki güzeli ortaya çıkarmak üzere yaşayın: Yoksa
başkalarının hayatını yaşamış olursunuz. Ünvan, para getireceği için değil, çok
severek, en zor gününüzde bile keyifle yapacağınız mesleği seçin. Sizi yoran,
üzen, sizden alan insanlardan uzak durun. Mecburen hayatınıza bir yerden
giriyorlarsa bile ilişkinizi sınırlı tutun.
Eşinizi
onunla karşılıklı çok iyi bir hayat arkadaşı olacağınızdan eminseniz seçin.
Genç
kızlar; sosyal statü, ünvan, servet, rahat yaşam, sevgili, eş seçimlerinizde tuzağınız
olmasın.
Delikanlılar,
gözünü alan güzellik, anlık heyecanlar sizi bir ömür boyu, düşleri, ruhu boş
bir kadınla yaşama mutsuzluğuna mahkûm etmesin.
İlişkilerinizde,
daha en en baştan, sahip olduğunuz ve hiç bir zaman değiştirmeyeceğiniz
özelliklerinizle ortaya çıkın. Birine kendinizi beğendirmek için “şimdilik”
onun istediği gibi olmayı seçmeyin. Hayat çok kısa, böyle oyunlara ve
getireceği yıkımları yaşamaya değmez. Aldatırken bir bakarsınız aldanmışsınız.
Yaşadıklarınızdan
ders alın ama “Keşke”lerle, “Ama”larla yaşamayın. An kıymetli. Bir başka zaman
diliminde, başka şartlarda, bambaşka bir ruh halinde vermiş olduğunuz bir
kararı veya yaptığınız bir seçimi, aradan zaman geçip bugünkü şartlarınızda
mahkeme edip yargılamak ve pişmanlık duymak; hem o yaşamış olduğunuz zamana,
hem de “şimdi”nize haksızlık. O zaman geçmiş, bitmiştir. Artık anınıza ve
geleceğinize bakın. Yaşananları unutmayın ama geri kalan hayatınızı esir alıp
yavaşlatmasına asla izin vermeyin.
Kıskanç
olmayın. Ne arkadaşınızı, ne sevgilinizi, ne ortağınızı, ne hayran olduğunuz
bir yeteneği, ne bir meşhuru kıskanın. Kıskançlık insanı tüketen ve kendi
içindekini keşfetmesine ve sevgiye engel olan, zamanı ve enrjiyi tüketen marazî
bir duygu, uzak durun.
Lale
Bollukcu: Hayatınızda en fazla iz bırakan olay ve ya durum nedir?
Nermin
Bezmen: Bu yaşıma kadar hayatımda çok farklı yaşlarımda, beni etkileyen, dönüm
noktalarım olan olaylar ve/veya beni etkileyen, iz bırakan insanlar oldu. Sıralamam
ve numaralandırmam zor. Ancak, bugünkü Nermin olmamda pozitif dahli olanlar
nasıl bende kaydedildiyse, acı, hüzün veren, trajik olaylar, kayıplar, dibe
vuruşlar, hasretler de her zaman kabulüm olmuştur. Travma yaşatan zaman
dilimlerini de bana ait oldukları için sahiplenirim ama sonraki yaşamımı
zedelemesine ve acısının kalıcı olmasına izin vermem. Böyle zamanları kaleme
alıp, kahramanlarımdan birine yaşatmak benim en büyük kurtuluş silahım. Bende
çok derin iz bırak zor zamanlar bittiğinde kendimi “kurban” değil, yaşama sıkı
sıkı asılmış bir “kazazede” olarak görüyorum. O zamanlaın en dipte olduğum anlarında ise
artık ayağımı vurup tekrar yukarıya çıkma zamanım geldiğini düşünerek kendimi
enerjik e mücadeleci tutuyorum. İnsanın en çok pozitif enerjiye ihtiyacı olduğu
zamanlar, böylesine travmaları yaşarken değil, içinden çıktığı anlardır. Şayet
o zorluğu yaşarken kendinizi bırakmışsanız, suyun yüzüne tekrar vardığınızda devam
etmek için gücünüz tükenmiş olur. Karaya çıkmak yerine, dalgaya teslim olur,
sürüklenirsiniz.
Başa çıkamayacağım ve kabullenmek zorunda olduğum kötü
zamanları ölümcül hastalıklara benzetirim. Onların varlığını kabûl etmemek,
yadsımak care değildir. Gerek onun orada, sizinle olmasıdır çünkü. Bana verdiği
acıyı, hayatıma getirdiği yokluğu, yoksunluğu, hüznü kabullenirim, kendime ait
hissederim, bir şeilde onunla uzlaşmaya varırırm ama teslim olmam. Enerjimi
isyanla harcayacağım yerde, kabullendiğim bu davetsiz misafirin beni yok
etmeden, ezmeden benimle yaşamasııa izin verir ve geleceğe, daha güzel günlere
teksif olurum.
Lale Bollukcu: Kelimeleriniz
nerede, ne zaman kaleminizin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Nermin
Bezmen: Her an, her yerde olabilir. Tamamen o anki ruh halime bağlı. Çalışma
masamda olmama gerek yok. Bir tren, uçak yolculuğunda, deniz kıyısında, gece
uykumun arasında, bir kafede otururken, havaalanında uçak beklerken, bir çiçek
goncası açılıyorken, bir bulut geçiyorken, bir dalga sesiyle, bir asma yaprağı
kokusuyla… Sineztezyam beni neyle buluşturuyorsa kelimeler akarak gelir,
kendini yazdırır.
Lale
Bollukcu: İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce
herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?
Nermin
Bezmen: Herkes yazabilir tabii ki. Ama yazar olamaz. Her resim yapanın ressam,
her şiir yazanın şair olmadığı, her bina dikenin mimar, her iyi yüzenin iyi bir
dalgıç olmadığı gibi. Yazarlık; yazı yazmak istemenin, çok bilgisi olup kâğıda
dökmeyi arzu etmenin ötesinde bir iş. Bilgi, merak, izlenimcilik, araştırma,
karşılaştırma, öğrenme, duygusal yoğunluk, hayâl kurma gücü, özgüven, iyi bir
anlatım çok önemli faktörler yazar olmak için.
Yazar
olacak insanın aslında sadece kendi hikâyesi ve bildiğiyle değil, tüm yaşamla
ve yaşananlarla ilgili olması lâzım.
Kendi yaşadığınız bir devri, kendinizi anlatırken dahi, o devirde
çevrenizde, ülkenizde, dünyada olup bitenler, onların sizi ve hayatınızdaki
diğer insanları, ruh hallerinizi nasıl etkilediğini araştırmanız gerek. Hiç
birimiz bir diğerimizden veya olup bitenlerden bağımsız değiliz. Tüm
kararlarımız, seçimlerimiz, söylemlerimiz daimi surette, yakın/uzak çevremizden
etkilenmekte. Bu derinliği verip, anlattığınızda perspektif kazandırır ve içine
ruh katarsanız yazar olursunuz, yoksa sadece yazmış olursunuz.
Lale
Bollukcu: Yeni çalışmalarınız var mı?
Nermin
Bezmen: Evet, şu anda yine tarihi bir öyküyü anlatmaya hazırlanıyorum. En
sancılı evresinde, araştırma – çalışma kısmındayım. Ama çok heyecanlıyım.
Lale Bolllukcu: Okumayı
sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi kendine en çok çeken yazar
hangisidir? Neden?
Nermin
Bezmen: Yazarlardan ziyade konularına göre kitap seçip okuyorum. Ancak
anneciğimin beni dokuz yaşında “Vişne Bahçesi” ile beraber tanıştırdığı Anton
Chekhov o günden beri ve halen en favori yazarım. Tolstoy, Dostoyevski, Gogol
yapıtları da çok erken yaşta hayatıma girdiler ama Chekhov’un o kendine has,
okura müdahale etmeden kahramanlarının hayatlarını aktarma uslûbu çok hoşuma
gider. Ahlâki bekçilik yapmaz Chekhov, karakterlerinin seçimleri üzerinden.
Okurun duygularını zorlamadan, germeden harekete geçirir.
Steindhal,
Nina Berberova, Ivan Bunin, Helen Rappaport, Steinbeck, Hemingway, Neruda,
İsabel Allende, Ken Follet gibi yabancı yazarlar, yine çocukluğumda tanıştığım
Ömer Seyfettin, Vâ-Nû, Nâzım, Refik Halit Karay, Cengiz Aytmatov bende izi olan
yazarlardır. Sabahattin Ali, Orhan Karaveli , Selim İleri, Ahmet Ümit ve son
kuşaktan da Hakan Günday diğer keyifle okuduğum yazarlar.
Lale Bollukcu: Yazdığınız onca kitap
arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?
Nermin
Bezmen: “Özlemek güzeldir oğlum. Özleyecek kadar sevdiğin birileri var
demektir. Esas, hiç bir zaman kavuşamayacak olduğun özlemler yaşarsan yamandır
özlem.” Mirza Mehmet Eminof’dan oğlu Kurt Seyit’e – Kurt Seyt & Shura
romanımdan
“Hayatta hiç bir şeye üzülmek için de, sevinmek için
de acele etme.”
Mirza Mehmet Eminof’dan oğlu Kurt Seyt’e -Kurt Seyt
& Shura romanımdan
“Hayatını kendi seçtiğin gibi yaşarsan senin hayatın
olur.”
Babaanne Hüma’dan torunu Hüma’ya – SIR romanımdan
Lale Bollukcu: Benim
bir de yemek kültür bloğum var. Yemek yapmak ve yemek yemek ile aranız nasıl?
Nermin
Bezmen: Hiç perhizim olmaz. Yemediğim yemek yok . Ancak bir öğünde tek bir
çeşit yemeyi seviyorum. Ya bir et cinsidir, ya makarnadır, ya börektir, ya da
zeytinyağlı ama birinden birini seçerim. Büyük bir tabak, çeşitli bir salata
benim için kendi başına ana yemek olabilir. Makarna aynı şekilde. Ancak deniz mahsulleri, özellikle de
kabuklular en sevdiğim lezzetler. Mümkün olduğu kadar “gerçek organik” ürünler
tüketmeye çalışıyoruz. Bal, zeytinyağı ve sarımsak mutfağımızın vazgeçilmezleri. Tolga’cığım da, ben de yemek yapmayı çok
seviyor, ve sunumda sıraya giriyoruz.
Lale Bollukcu: Farklı
yörelere, kültürlere, ülkelere ait yemekleri sever misiniz?
Nermin
Bezmen: Farklı yöre ve kültür yemeklerini hem tatmayı, hem de pişirmeyi
seviyorum. Anneciğim bu çeşninin çok güzel bir uygulayıcısıydı. Babamın
memuriyeti dolayısıyla Anadolu’yu dolaştığımız ve her gittiğimiz yerde de
ülkenin farklı bölgelerinden gelen diğer memur aileleriyle ahbaplık kurduğumuz
için annemin çok zengin bir mutfağı vardı. Her yörenin özel lezzetini büyük bir
marifetle uygulardı.
Ben
de öğrendiğim hem yerli yöresel lezzetleri, hem de ailenin geçmişinden, Kırım
Tatar, Kafkas, Rus, Selânik, Girit mutfağından
gelen bazı özel yemekleri yaşatmaya özellikle gayret gösteriyorum.
Lale
Bollukcu: Yemek yapmak yazı yazmak… İçinizde hangi duyguların esmesine neden
oluyor?
Nermin
Bezmen: Birbirine her ne kadar benzemese de ikisini de sanat ve özen uygulaması
ve insanın kendisini ifade ettiği yollardan birisi olarak görüyorum. Biri
edebi, diğeri estetik yaşam tarzı olarak.
Yemek
benim için salt karın doyurmak için yenen, yemek masası ise karın doyduğu an
kalkılan bir ara durak değildir. Yemek çok kutsal, yemek masası ise ailenin,
dostların bir araya gelip bu kutsal duyguyu paylaştikları bir ritüel benim
için. Yemek; sevginin, sohbetin, keyfin, varsa dertlerin paylaşıldığı,
konuşulduğu, ailenin, arkadaşların birbirinden ayrı geçirdiği zamanların
açığını kapadığı zaman dilimi olmalı. Bu
duygularla pişen yemeğin sunumu da aynı özenle yapıldığında, sadece yenilen
yemeğe değil, o sofrayı paylaşan herkese duyulan saygının ifadesine dönüşüyor.
Ben tabakları âdeta bir tablo yapıyor duygusuyla hazırlamayı seviyorum. Çok
özenirim. Dediğim gibi; bu, yemeği sunduğum kişiye verdiğim önemin, sevginin
bir işaretidir aynı zamanda. Bunun varlıkla da bir ilgisi yoktur. İnsanlar
varlıklı olmak ile vâr olmanın farkını kaçırdılar artık. Bir sofraya özenilmesi
için nylon yerine temiz, kolalanmış bir örtü, kâğıt yerine kolalı kumaş
peçeteler, masanın ortasına evinizdeki çiçeği açmış bir saksı, yoksa
mahallenizdeki bir ağaçtan bir kaç yaprak, yanında bir minik mum koymak
yeterli. Yanıbaşında da güzel bir müzik, işte size yaşanmaya hazır bir masa.
Yenilen lokmaya, paylaşılan ana, bir diğerinize sahip olduğunuza, yaşadığınıza,
vâr olduğunuza duyulan şükran anıdır yemek zamanı.
Çok
evde hâlâ daha misafir takımı vardır, aile melamin tabak kullanır. Bana göre de
ben ve ailem misafirimden daha az kıymetli olamayız. Ayda bir misafirin
kullanacağı bir takıma yatırım yapamam. İyi, güzel bir şey varsa evimizde onu
kullanarak yaşamalıyım.
Lale
Bollukcu: Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle
paylaşır mısınız?
Nermin
Bezmen: Çocuklarım, eşim, torunlarım hepsi çok sevdiği için aile günlerimizde
Kırım Tatar çiböreği, mantı, kolaçita (Girit kabak böreği), Selânik domates
dolması, saray kavurması, daha romantik kutlamalar veya resmi davetlerimizde ise Rus blinisi, portakallı ördek, karski hazırlıyorum.
Aslında
havyar birlikteliğinde yapılan bliniyi artık Rus ve İran havyarının ulaşılmaz
olması sebebiyle, çok daha hesaplı ve bulunması kolay olan somon, ringa, alabalık,
turna havyarı eşliğinde sunuyorum. Ayrıc a
havyar yerine tranş dilimlenmiş füme balık dilimleri de sunulabilir.
Havyar
–blini (veya somon-blini) için gerekli malzemeler:
Servis
başına bir tatlı kaşığı havyar veya bir dilim füme balık
Servis
başına bir blini
Servis
başına bir tatlı kaşığı erimiş tereyağı
Servis
başına bir tatlı kaşığı iyi çırpılmış, taze, çiğ krema (hazır tatlı krema
değil. Pastahanenizden siparişle isteyebilirsiniz)
Servis
başına bir tatlı kaşığı çok minik dilimlenmiş kırmızı soğan (arzu edenler için)
Servis
başına bir tatlı kaşığı incecik kıyılmış dereotu (süsleme amaçlı, arzuya bağlı)
Blini
hamuru için:
250 gr. Iyi
elenmiş durum buğdayı
2 yumurta
bir çimdik
tuz
200 ml. süt
50 mi. bira
2 çorba
kaşığı eritilmiş tereyağı (veya sade yağ)
Ayrıca,
pişirme sırasında kullanılmak üzere tereyağı
Elenmiş una önce çırpılmış yumurtaları, daha sonra
azar azar diğer malzemeleri katarak, hiç topak kalmayacak şekilde
karıştırıyoruz. (Ben çok az da limon kabuğu rendesi ilâve ediyorum. Yumurta
kokusunu ve sonradan eklenecek havyar lezzetlerine hoş bir aroma ekliyor.)
Ben çok acil bir servis durumum yoksa bu karışımı bir
kaç saat buzdolabında bekletiyor, sonra tekrar karıştırarak pişirmeye
geçiyorum.
Kıvamı kaşıktan ağır akacak, lokma hamuru kıvamında
olmalı.
Kızgın tavada, yakmamak kaydıyla bir tatlı kaşığı
tereyağını eritin. Isıyı orta hararete
getirin.
Bir çorba kaşığı unlu karışımınızdan tavaya akıtın.
Kıvamı ağır olduğundan kolayca yuvarlak şekil alacaktır. Kaşıkla yardımcı
olabilirsiniz şeklini düzenlemeye. Tavanızın ebadı el verdiği kadar, üç, dört
tane bliniyi ateşe bırakın.
Hamurlarınızın bir tarafı pişerken üst yüzeyinde küçük
kabarcıklar oluşur. Spatula ile çevirin. Tavanıza bir tatlı kaşığı terayağı
daha ekleyin. İkinci yüzünün de altın rengi olana kadar pişmesini bekleyin.
Bu arada serviste gerekecek olan tereyağını da eritin
(yakmamaya özen gösterin)
(Şayet kalabalığa servis yapacaksam ben pişen blinileri
önce bir keten veya pamuklu peçeteye sarıp alüminyum folyo ile kapatıyorum ki
diğerleri hazır olana kadar soğumasınlar)
Servis şekli:
Her tabağa bir blini koyun. Üzerine bir tatlı kaşığı
tereyağı dolaştırın. Sonra bir tatlı kaşığı çiğ krema, ardından bir tatlı
kaşığı havyar sürün veya fume balık dilimi yerleştirin. Üzerine tekrar süsleme
amaçlı kaşık ucuyla çiğ krema ve sonra dereotu zerreciklerini oturtun. Arzu
ederseniz tekrar da bir kaşık erimiş tereyağını üzerinden akıtın.
Yanında buzdolabında soğutulmuş göz kadehlerde, deep
freeze de bekletilmiş limonlu votka servisi idealdir. Ya da yine soğuk
kadehlerde ikram edilen seçilmiş bir beyaz şarap; Chardoney benim favorim.
Birinci servis yenirken, tekrar arzu edebilecekler
için malzemenin geri kalanını da bir tepside sunuma hazır tutarsınız.
Tepsinizin içine yaydığınız kolalı bir peçetede sıcak tuttuğunuz blinilerin
yanına ayrı ayrı küçük kaplarda havyarı, füme balığı, erimiş sıcak tereyağı, soğuk
çiğ krema, soğan ve dereotunu yerleştirip, iştah açıcı bir görüntü daha
yaratmış olursunuz.
Bu sıcaklı, soğuklu lezzet kombinasyonu tek yemek
olarak bile servis edilebilir. Hem şık, hem çok lezzetli, hem doyurucudur. Bir
de güzel sohbet kurulursa masada, tadına doyum olmaz.
Not:
1. Havyarı,
lezzeti bozulmaması açısından metal veya gümüş kaşıkla değil, bağa, sedef veya
tahta bir kaşıkla servis ediniz.
2. Ucuz
diye “yapma” siyah havyar almayınız. Bu lezzetsiz suni havyar yerine yerli
balık yumurtası veya füme balığı tercih ediniz.
3.
Deniz
mahsülleri sunduğunuz zaman sofranın dekoruna, deniz kabukları, kum ve su
doldurulmuş minik cam vazolarda (veya kavanozlarda) yakılan tea-light mumlar
çok hoş bir duygu ekleyecektir.
Lale Bollukcu: Gelecek ile ilgili projelerinizden söz
eder misiniz?
Nermin
Bezmen: Şu an Amerika’da basılmış olan Kurt Seyt & Shura romanımın buradaki
tanıtım çalışmaları ve okur buluşmaları ile yoğunum. Dizinin Netflix’de
gösterime girmesinden sonra oluşan dünya fanlarının Amerika kıtasında da büyük
bir hızla artıyor olması beni burada oldukça meşgul edeceğe benziyor. Son bir
kaç ayda üç okur/fan grubu ile buluşmalarımız, sohbet ve imza günlerimiz oldu.
Kitabın öyküsü, devri ve anlatımı Amerikalıları da diğer dilllere çevrildiği
ülkelerde olduğu gibi, hayran bıraktı. Çok mutluyum. Bu arada Brezilya’da
basılan Portekizce baskısı beni o dünyaya da taşıdı. Şimdi Brezilyalı
okurlarımla buluşmak için tarih bekliyorum. Bir taraftan da yeni romanımın
hazırlıkları içinde hummalı bir şekilde çalışmaktayım. Kurt Seyt & Shura’nın
burada kalmayıp, kendisini başka yerlere taşıyacağını hissediyor ve gelişmeleri
heyecanla bekliyorum.
Lale Bollukcu: Yazmak
isteyenlere nasıl tavsiyelerde bulunursunuz?
Nermin
Bezmen: Öncelikle çok iyi bir okur olmalılar. Yaşamın kendisine, çevrelerinde,
tabiatta olan biten her şeye hassas, meraklı ve duyarlı olmalılar. Tarih,
mitoloji, arkeoloji, sanatın her dalı, psikoloji, sosyoloji, felsefe, farklı
kültürler ve farklı folklorik özellikler son derece besleyen zenginlikler bir
yazar için. Bol okusunlar, galeri, müze gezsinler, tiyatroya, konsere
gitsinler, Dede Efendi’yi de, Eric Satie’yi bilsinler, dinlesinler. Bütün
dinlerin kitaplarını okusunlar. Sosyal olaylara, özellikle yaralara, acılara
karşı duyarlı ve farkında olsunlar.
Kalemlerini âdil, haksız, düzenbaz, hesapçı olandan yana kullanmamak
üzere doldursunlar. Yazarın tek ve en büyük silahı kalemidir ve o kalemin
beynine, ruhuna sahip çıkmak yazarı hür, bağımsız kılar.
Yazar
olmak isteyen gençler, yazmak istediğiniz konuyu çok iyi araştırın, sorgulayın,
karşılaştırmalar yapın, çok iyi bilin, çok iyi hissedin ve çok iyi anlatmaya
hazır olun. O kadar ki; yazmaya oturduğunuzda düşünmenize gerek kalmasın, her
şey beyninizin içinde biri fısıldıyor gibi dökülsün, aksın.
Anlattığınıza
inanın. İnanmadığınız bir şeye başkasını hiç inandıramazsınız.
Kendinize
tabular koymayın. Samimiyet satırlardan okurlara geçen bir duygudur.
Hislerinizi açığa çıkarın. En yoğun, sizi en üzen, en sevindiren, en kızdıran,
en çok hayâl kırıklığına uğratan veya en güzel âşık eden hisler neyse onlar hep
yanıbaşınızda, sizinle, kaleminize yardımcı olsun.
Her
yazdığınızı sürekli birilerine okutup hemen eleştiriye açılmayın. Kırıcı ve
caydırıcı olabilir. Önce tamamlayın. Kendiniz defalarla tekrar tekrar, yabancı gözle
okuyun, düzeltmeleriniz yapın. Kendiniz en tamamını yaptığınıza inanıyorsanız o
zaman, yine çok okuyan, iyi bir okur
olan ve samimiyetine güvendiğiniz bir, iki kişiye okutun, fikir alın.
İlham
geldiği an yazmaya başlayın, beklemeyin. Heyecan duymuyorsanız da yazmaya
oturmayın. Kendi kendinizi kızdırmaktan başka işe yaramaz. Ben bu sebepten,
sadece, yazarken heyecan duyup, kendisinden ayrılmak istemeyeceğim konuları
seçerim. Hiç, sadece gündemde olduğu, ses getireceği kesin diye konu seçmedim
bugüne dek.
Lale Bollukcu: Röportajı
yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz
soruya cevabınız ne olurdu?
Nermin
Bezmen: J Sanırım kendime soracak soru bırakmadınız sevgili
Lâle.
Lale Bollukcu: Röportaj
teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederim. Masmavi
sevgilerimle...
Nermin
Bezmen: Ben de New Jersey’den size ve okurlarınıza, okurlarıma en güzel
duygularımla sevgilerimi gönderiyorum. Aydınlık günlerde buluşmak dileğiyle ,
hepiniz sevgiyle, mümkünse de aşkla kalın.
Lale Bollukcu
Robotik Kodlama &
Satranç Eğitmeni - Yazar