16 Aralık 2020 Çarşamba

Sin Eren: Tüm dünya çocukları benim kitaplarımı okuyacak...

 Bir yazarı en çok teşvik eden şey, birlikte yol aldığı yayınevinin “Yazın, hemen basıyoruz” heyecanını yaşatmasıdır. Bana da bu ilham verir. Yazdıklarımın çocuklarla buluşmak için sabırsızlandığını fark ettiğimde gökyüzümde güneş açar. Bulutsuz havada da göç yoluna giren leylekler gibi soluksuz uçarım.



Lale Bollukcu:  Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.

Sizi biraz daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz Sin Eren’in hikâyesinden söz eder misiniz?

Öncelikle edebiyata ve edebiyatla ilgilenenlere verdiğiniz değer için ben teşekkür ederim. Ben, yaklaşık on üç yıldır yazın dünyasında yer alan, her geçen gün kendisini daha çok geliştirmeye çalışan, her gece uyumadan önce kendine “Bugün edebiyat için ne yaptım?” diye soran bir edebiyatçıyım. Herkesin bir dünyaya geliş sebebi vardır ya, ben de dünyaya geliş sebebimin “Kalemimle insanlara mutluluk dağıtmak” olduğunu düşünüyorum.

 

 Lale Bollukcu: Edebiyata olan tutkunuz nasıl başladı? Sizi yazmaya sevk eden ne oldu?

 Çocukken az konuşan çok hayal kuran bir çocuktum. Tabii ağız sustukça akıl daha çok çalışıyor. Hep bir şeyler karalardım ve birçokları gibi karaladıklarımı yırtardım. Sonra bir gün mucizevi bir şey oldu. Ortaokulda kompozisyon yarışmasına katıldım ve Türkiye birincisi oldum. Bir çocuk için hangi dalda olursa olsun Türkiye’nin en iyisi olduğunu bilmek, geleceğini o iş üzerine kurma hayalleri kurduruyor. Çok şükür ki hayalde kalmadı. Tabii ben de çok çalıştım. Pes etmek gibi bir huyum yoktur.

 

Lale Bollukcu: Çocuk kitapları yazarı olmanızın dışında senarist yazarlığı, yaşam koçluğu, yazar koçluğu, editorlük ve redaktörlük de yapıyorsunuz. Bütün bunlar nasıl gelişti?

Aslına bakılırsa içinde kadın ve çocuk olan her konu benim için çok özel… Bu yüzden alabildiğim kadar çok eğitim alıp azlarımı çoğalttım. Çocuğun derdini bilmezseniz üzerine yazamazsınız. Kadının ne söylerken aslında neyi kasdettiğini bilmezseniz kadın temasını olması gerektiği gibi kusursuz veremezsiniz. Aldığım eğitimler de yeri geldikçe kendisini gösterdi. Başarı başarıyı getirdi. Ilerlediğim her alanda aldığım övgü ve sevgi de başladığım yoldan geri dönmeme engel oldu. Öylece sürüp gitti.

                         

Lale Bollukcu: Benim dönüm noktam dediğiniz an hangisidir?  

 Her zaman söylerim, “Aslında kanatlarım olduğunu hep biliyordum. Ancak bana kanatlarımın yerini sevgili eşim Emrah Eren gösterdi.” Bana, “Hangi konuda yazmak istersen cesurca yaz” dedi. Yani bana uçmam için gökyüzünü açtı. Hala benim için en önemli övgü ve yergi onun fikridir.

 

Lale Bollukcu: Yayınlanan ilk romanınız “İFŞA” ile ilginç  ve bir o kadar da güncel bir konuya değindiniz. “Günümüzde aşkı ve sevgiyi sanal alemlerde aramak” konusunu işleyen bu romanınızı yazma fikri nasıl oluştu?

Ben aynı zamanda Gazi Üniverisitesi Edebiyat Fakültesi mezunu bir öğretmenim. “İFŞA” da benim bir lisede öğretmenlik yaptığım zamanda kalbime düştü. Gençlerin birçoğunun internette yanlış insanlarla tanıştıklarını gördüm. Özellikle ailesi dağılmış gençler için sanal dünyanın tehlikeli bir kapan olduğunu fark ettim. Çocuklar ve kadınlar konusundaki hassasiyetim bana bu romanı yazdırdı.

Bu temada yazdığım kitaplara “dur” diyemeyeceğimi de biliyorum. Bu aralar “BÜYÜK KADINLARA HÜKMEDEN KÜÇÜK ADAMLAR” isimli bir kitap üzerinde çalışıyorum. Onun da İFŞA gibi çok ses getireceğine eminim.

 

 Lale Bollukcu: Hem büyüklere hem de çocuklara yönelik kitaplar yazmaktasınız. Hangisi daha keyif verici?    

 Tabii ki çocuk kitaplarından daha çok keyif alıyorum. Çünkü daha çok okunuyor. İmza günlerinde izdiham oluyor. Sevgilerini gözlerindeki ışıktan bile hissedebiliyorum. Bunun ne tatlı bir his olduğunu bilemezsiniz.

 

 Lale Bollukcu: Çocuklara öyküler yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz?   

Öncelikle eğitici bir tema belirliyorum. Daha sonra da kitabın iskeletini oluşturuyorum. Kitabı bölümlere ayıramayacak olsam bile hangi sayfada konumu nereye çekeceğimi hesaplıyorum. Sonra da karakterlerim konuşmaya başlıyor. Zaten karakterler doğru oturunca siz konuşmuyorsunuz. Onlar kendi arasında hikayeyi en doğru yere götürüyor.

 


 Lale Bollukcu:  Ayrıca çocuk hikâyeleri serileriniz de var. Seri olarak kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

 Bu, yayınevinin önerisi ile oldu. Çocuklar artık aynı kahramanın farklı maceralarını okumayı seviyormuş. Zaten yazdığınız her kahraman sizin bedeninizden bir parça gibi oluyor. Onu farklı yerlerde gezerken, maceradan maceraya koşarken düşünmek bu yüzden hem eğlenceli hem de doyurucu oluyor. Tabii yazmanın da basit bir yolu…

                                         


Lale Bollukcu: “Futbol Dehası” serisi nasıl ortaya çıktı? Neden özellikle “Futbol”? Bu seriyi yazarken nasıl bir hazırlık serüveni yaşadınız?

 Bu seriyi yazmam için bana ilham veren biri oldu elbette. Bu günlerde Covid ile mücadele ettiğini duydum. Tez zamanda şifa bulmasını diliyorum. Gerekli ilhamı aldıktan sonra Dünya’nın ve Türkiye’nin en başarılı futbolcularını, hayatlarını ve çocukluklarını araştırdım.

Gazete haberi olarak gündeme düşmüş bir olay da serinin ilk kitabına ışık oldu.

 

Lale Bollukcu: Kelimeleriniz nerede, ne zaman kaleminizin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?

 Bence bir yazarı en çok teşvik eden şey, birlikte yol aldığı yayınevinin “yazın, hemen basıyoruz” heyecanını yaşatmasıdır. Bana da bu ilham verir. Yazdıklarımın çocuklarla buluşmak için sabırsızlandığını fark ettiğimde gökyüzümde güneş açar. Bulutsuz havada da göç yoluna giren leylekler gibi soluksuz uçarım J

 

Lale Bollukcu: İnsanların çoğu ‘Hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?

Bence yazmak için en önemli şey istek. Eğer yazar olmaya istekliyseniz çalışarak açığı kapatabilirsiniz. Ama yeteneğiniz olmasına ragmen, hayatınızın sonraki dönemine yazarlığı ertelerseniz, o iş öyle kalır.

Bu arada romanötesi hayatlar da var. Keşke bazıları yazsa, bazıları da hiç yazmasa!

 

 Lale Bolllukcu: Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi kendine en çok çeken yazar hangisidir? Neden?

 Kim ne derse dersin ben Orhan Pamuk ‘u seviyorum. Yazdıklarıyla beni sürükler, hatta kitap kahramanlarının hislerini duygularıma yükler. Çocuk kitaplarındaysa favorim Muzaffer İzgü.

 

Lale Bollukcu: Yazdığınız kitaplar arasında aklınızda yer eden replik  ya da pasaj var mı?

"Küçük bir çocukken bana kitapların arasında olmanın; binlerce insanla konuşmak gibi rahatlatıcı olduğunu söylerdi. Çünkü onlar hiç taraf tutmadan, kin gütmeden her derdine cevap verecek kadar yakınındadırlar, sevdiğini ya da sevmediğini çekinmeden söyler." Derdi diye yazmışım bir kitabımda. Ben bile yazdığımı unuttum. Ancak okuyucular unutmamış. Bir yorumunda internette yayınlamış. Pek çok hoşuma gitmişti.

 

Lale Bollukcu: Benim bir de yemek kültür bloğum var. Yemek yapmak ve yemek yemek ile aranız nasıl? Farklı yörelere, kültürlere, ülkelere ait yemekleri sever misiniz?

Boğa burcuyum. Yemek yapmayı, yemek yemeyi ve yemek yapanı severim J Afiyetle de yerim. Elimin lezzetli olduğunu söyleyemem ama içine sevgi kattığım her şey efsane olur. Ben demem, yiyenler der.

 

 Lale Bollukcu: Yemek yapmak yazı yazmak… İçinizde hangi duyguların esmesine neden oluyor?

 Burnuna güzel bir yemeğin kokusu gelen insanla güzel bir cümle okuyan insanın gülümsemesi aynı değil mi sizce de?

 

 Lale Bollukcu: Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle paylaşır mısınız?

 Pankek yapmayı severim. Köşelerdeki yamuklukları çilek ve muz kapatıyor diye olabilir J Un, süt, yumurta, şeker, vanilya ve kabartma tozu. Çok çikolatalı sevdiğim için ben kakao da koyuyorum. Minik minik pişirip; bal, çikolata, fındık, ceviz, muz, çilek ve tabii ki karamelle süslüyorum. Imm harika!

 

 Lale Bollukcu: Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?

Öncelikle çocuk kitaplarımın çizgi film olması üzerinde çalışıyoruz. Geleceğin youtube üzerinde olduğu artık su götürmez bir gerçek. Youtube için çocuk filmleri senaryoları yazıyorum. Bu aralar sevgili Elçin Barlas’tan senaryo eğitimi alıyorum. Yakın gelecekte televizyonun içinde olma planım var. Bunun dışında 2021 yılında çocuk kitaplarıma dur deyip roman ve kişisel gelişim üzerinde yazmaya devam edeceğim. Tabii bir de TV8 için dizi senaryoları yazacağım.

 

 Lale Bollukcu: Yazmak isteyenlere nasıl tavsiyelerde bulunursunuz?

Yazmak, tam zamanlı ve ciddiyetle yapılması gereken bir iştir.

Her gün aynı saatte az da olsa yazın.

Yazdıklarınızı edebiyat dünyası dışında olan kimseye okutmayın. Fikir istemeyin. Sizin gibi hissetmeyenler size anlayamazlar.

Yaratıcı yazarlık atölyelerindense yazar koçları ile çalışmanızı öneririm. Tabii benden daha iyi yazar koçu varsa onunla iletişime geçin ancak herkesi araştırın. Geçmişini ve geleceğini öğrenin.

En iyinin ben olduğuma karar verirseniz de benimle @sinerenkitaplari hesabından iletişime geçebilirsiniz.


Lale Bollukcu: Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne olurdu?

 

Yayınevinizden çıkacak yeni kitaplarınızın ilk müjdesini buradan vermek ister misiniz?

Elbette, bildiğiniz gibi Ephesus Yayınlarının yazarıyım. 2020 yılında Futbol Dehasını 3 seri olarak çıkardık. 2021 Ocak ayında da Mustafa Mıstık adlı 7 serilik kitabımız çıkıyor. Sonrasında Fenoman Oldum Abisi, Tonguç’un Tohum Bankası, Derya Kuzusu Bunlar ve Dino DNA çıkacak. Çocukların bayılarak okuyacağı muhteşem seriler geliyor. Bu konuda ben de çok heyecanlıyım. Kitap fuarlarının yeniden açılması ve çocuklarla yeniden buluşmak için sabırsızlanıyorum.

 Sizlerle sohbet etmek harikaydı.

Yazarlığa dair merak ettiğiniz tüm sorular için bana au.sineren@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Sevgilerimle, Sin.

Lale Bollukcu: Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederim. Masmavi sevgilerimle...


1 Aralık 2020 Salı

Güldükçe gözlerinin içi gülen Gastronomi uzmanı Şef Özlem Mekik: Tam Bir Sunum Bağımlısıyım...

             



Uzun zaman önce yaptığım harika röportajlardan biri..

Güldükçe gözlerinin içi gülen, sıcacık içten bir kişi...

Gastronomi uzmanı, usta şef Özlem Mekik...


          Öncelikle sizi biraz daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz Özlem Mekik'in hikâyesinden söz etseniz…

            Doğma büyüme İstanbul’luyum…  Çok iyi yemek yapan bir annenin kızıyım. Bu yüzden, aslında çocukluğumdan buyana, iyi bir şef ile birlikte büyüdüm. Haliyle yemek, mutfak, sunum hep hayatımın bir parçası oldu. İstanbul Üniversitesi Turizm bölümü mezunuyum. Mezun olduktan hemen sonra, çalışma hayatına atıldım. Turizm ve gıda sektörlerinin önde gelen kuruluşlarında, çok çeşitli görevler üstlendim. Bu esnada,yurtiçinde ve yurtdışında restoran, servis yönetimi ve kalitesi, gıda hijyeni ve turizm pazarlaması yemek yapabilme becerilerimi arttırabilmek konularında eğitimler almaya devam ettim. Çünkü eğitim benim için gelişimin en önemli parçası. Ardından, artık kendi yaratıcılığımı kullanarak sıfırdan bir şeyler hayata geçirmek istediğim zaman da, sadece kendime olan inancımı ortaya koyarak, 2005 yılında Ziyade Fasıl’ı açtım. Her aşamasında çalıştım ve bugün İstanbul gece hayatına yön veren mekânlardan birinin sahibi olarak, gurur duyuyorum. Ve sonrasında, gastronomi eğitmenliği kimliğim ile mutfak sevdamı bir araya getirmek istedim. Ayrıca, Türk Mutfağı ve Türk Gastronomi sektörünün hak ettiği değeri kazanması amacıyla Lezzet Markaları Derneği Başkan Yardımcılığı ve Lezzet Yazarları Dernek Başkanlığı yapıyorum.

 

 

Sizce herkes yemek yapabilir mi?

Yoksa bu ayrı bir kabiliyet mi?

            Herkes yemek yapabilir, tek püf nokta, yemek yapmanın matematiğini çözmüş olmak.  Tabii matematiğin yanında yaratıcılıkta olmalı. Bunlar içinde elbette yetenek olmazsa olmaz. Önemli olan neye sahip olduğunuzu bilmek ve bunun farkına varmak. Doğru reçetelerle bir araya getirildiğinde, ortaya yemeği hazırlayanı bile şaşırtacak lezzetler çıkabilir. Aslına bakarsanız sihirli iki sözcük var “istemek” ve “sevgi”. Severek yapılan her şeyin sonucu iyi olacaktır.

 

 

Kendinizi şef olarak mı tanımlıyorsunuz?

Ben kendimi, yemek yapmayı çok seven ve yaptığı yemeği, en az o yemek güzelliğinde sunmayı seven bir mutfak sevdalısı olarak tanımlıyorum. Ama iş profesyonelliğe gelirse, tabi ki şefim. Gastronomi uzmanı, eğitmeni ve yemek yazarıyım. Kendinizi istediğiniz her şekilde tanımlayabilirsiniz, mühim olan, yaptığınız tanımın altını dolduracak donanıma sahip olmanız. Ben hala, “bu temeli daha nasıl sağlamlaştırabilirim?” uğraşındayım. Eğitim serüvenim her daim devam ediyor. Aklınıza gelebilecek her imkânı kullanarak, gelişimimi desteklemeye çabalıyorum. Bunu yaparken de, öğrendikçe, keşfettikçe, öğrenimlerimi kendi içimde analiz ettikçe ortaya çıkanlar beni daha da mutlu ediyor. Kendim de bir eğitmen olduğum için, eğitim ve gelişimin destekçisiyim. Aslında, eğitim ve gelişim her yerde. Üstelik keşfetmenin ve öğrenmenin çok güzel ve keyifli olduğu kanısındayım.

 

 

Farklı mutfakları denemek çok gezip çok tatmak mesleğinizde gerekli midir?

Yemek yemek için değil ama daha iyiyi nasıl yaparımın peşinde tüm dünyayı dolaşabilecek gücü buluyorum kendimde, ama yine de seyahatlerim esnasında birçok lezzeti denemeyi ve nasıl yapıldığını öğrenmeyi tercih ederim. En son ikinci kitabım için Londra’da çok ünlü bir restoranın şefi olan arkadaşım ile eş zamanlı internet üzerinde görüntülü görüşme teknolojisini kullanarak özel bir reçete çalışması yaptık. Farklı bir deneyimdi. Münferit ziyaretlerimde, mutlaka bulunduğum ülkenin yöresel ve geleneksel lezzetlerini tadarım. Bu iyi bir şefin gelişimi ve vizyonu için çok önemli diye düşünüyorum.

 

 

"Günümüz Lezzetleri" adında bir kitabınız var. Nelere dikkat ettiniz kitabı yazarken?

Aslında bu konuda bana ilham veren, biraz da Ziyade Fasıl misafirleri oldu. Yıllardır müşterilerimizin, menümüzde bulunan lezzetlerini tariflerini istiyor olmaları, bana, restoranlarda yiyip, tadına doyamadığımız tatları evde yapabilmek üzerine düşündürdü. Çıkış noktam bu oldu diyebilirim. Bugün restoranlarda tüketmekten keyif aldığımız lezzetleri ev ortamında, endüstriyel hiç bir malzeme veya teknik kullanmadan hazırlayabilme amacıyla yola çıktığım için kitabımın adını “Günümüz Lezzetleri” olarak koydum.

 

 

Lezzet yeterli midir? Sunum gerekli midir?

Yakın çevrem ve takipçilerim “sunum” kelimesinin benim için anlamını çok iyi bilirler. Tam bir sunum bağımlısıyım diyebilirim. Çünkü benim nezdimde, yemek ne kadar güzel ve leziz olursa olsun, eğer sunumu sıradan bir şekilde yapılıyorsa, o yemek tüm cazibesiniz kaybetmiş demektir. Aynı şey tersi içinde geçerli… Yemek çok iyi olmasa da yapılan sunum, psikolojik olarak algıyı değiştirir, bu bir gerçek. Ben Türk kahvesini dahi özel bir sunumla servis ederim. Bu konuklarınızı da onore edecektir. Özetle sunum çok önemli bir husus.

 

 

 

Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle paylaşır mısınız?

 

PEYNİRLİ SUFLE

 

Tarif Bilgileri:

Pişirme Süresi: 10 dk

Hazırlama Süresi: 5 dk

Porsiyon Sayısı: 4 kişilik

 

Malzemeler:

4 adet yumurta (akları sarıları ayrılmış)

½ su bardağı un

1 yemek kaşığı tereyağı

1 su bardağı süt

Tuz

Karabiber

100 gr Kaşar peyniri

50 gr Beyaz peynir

 

Kapları Yağlamak İçin:

½ yemek kaşığı tereyağı

½ su bardağı galeta unu

Yapım Aşamaları:

1. Sufle kaplarının içini tereyağı ile yağlayın, yağladığınız kaplara galeta unu serpin ve içinin tamamen galeta unu ile kaplanmasını sağlayın.

2. Bir küçük tencereye tereyağını alın, erittikten sonra unu ekleyin ve kavurun.

3. Kokusu çıkan una ısıttığınız sıcak sütü ekleyin. Eklerken sürekli çırpın ki topaklanma olmasın.

4. Tuz, karabiber ekledikten sonra ayırdığınız yumurta sarılarını çırparken tek tek ekleyin. Yumurta sarıları tamamen karışınca ocağı kapatın.

5. Sıcak karışıma rendelediğiniz peyniri ekleyin ve peynir eriyip karışım ılınıncaya kadar karıştırın.

6. Karıştırma kabına yumurta aklarını koyun, çok az tuz ekleyerek önce 3 numara ile sonra 5 numaraya getirerek çırpıcı aparat ile kar gibi oluncaya kadar çırpın. (Çırptığınız aklar kabı ters çevirdiğinizde akmayacak kıvama gelmeli)

7. Hazırlayıp soğuttuğunuz peynirli karışıma bir spatula yardımıyla 2-3 seferde alttan yukarıya doğru karıştırarak yumurta aklarını yedirin.

8. Sufle kaplarını tereyağı ve un ile yağlayın

9. Hazırlanan karışımı sufle kaplarına paylaştırın

10. 200 derece önceden ısıtılmış fırında 8-10 dakika pişirin.

 

 


Şef Özlem Mekik tavsiyesi:

o Çırptığınız yumurta aklarının kar gibi olması için, çırpıcı karıştırma kabında bir damla bile su olmamalıdır.

o Sufle kalıbını çok iyi yağlayın. Yoksa sufleniz düzgün kabarmaz ve taşarak fırına dökülmesine sebep olur.

o Sufle fırından çıkar çıkmaz servis yapılmalıdır. Hemen tüketilmeyen, bekleyen sufle söner

 

 

 

 

Bu güzel sohbet için teşekkürler. Okuyucularımız için var mı son bir öneriniz?

Hep aynı şeyi söylerim konuşmalarımda, ne olursa olsun sevdiğiniz, zevk aldığınız işi yapın. Eğer bu yemek yapmak veya şef olmaksa, mutlaka gelişime açık olunmalı. Her daim keşfetmeye yönelik olmalısınız. Eğitim hiç bitmemeli. Yemeği yapmak kadar sunmanın da çok önemli olduğunu unutmamalı. Ve aslında her şey bir yana sevdiğiniz ve inandığınız yoldan yürümelisiniz. Bu yol, başarı ve mutluluğu getirecektir. Elbette zorluklar oluyor, olacaktır da, ancak pes etmemeli, mücadele etmeyi bırakmamalısınız.


Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederim. Masmavi sevgilerimle...








12 Kasım 2020 Perşembe

21 ARALIK 2020 SATÜRN JÜPİTER KAVUŞUMU VE ALTIN KOVA ÇAĞI


 “Büyük Dönüşüm” dönemine hazır mısınız?

21 Aralık 2020’de Jüpiter ve Satürn Kova burcunda bir araya gelecekler ve bu büyük kavuşum ile birlikte 200 yıllık Kova çağını başlatacaklar. Böylelikle 200 yıldır süren toprak çağı bitecek ve 200 yıllık hava çağı başlayacak. Yeni Düzen beraberinde Büyük Dönüşümü başlatacak.

Önümüzdeki 200 yıllık çağa ayak uydurmaya hazır mısınız? 

Kova Çağı,  Hint mistisizminde “Beklenen Altın Çağ” olarak da anılıyor. 

Ezoterik astrolojide ise Jüpiter ve Satürn'e gezegen çifti olduklarında “Zaman İşaretçileri'' adı verilmiştir. 

Hava elementi aynı zamanda, etrafımızı saran uzay ile ilişkilendirildiğinden “Uzay Çağı” olarak da isimlendiriyorlar.

“Altın Çağ”, “Zaman İşaretçileri”, “Uzay Çağı”... 

Ne denirse densin önümüzdeki günlerin her birimiz için yeni başlangıçlara, yeni öğretilere ve yeni enerjilere vesile olacağını düşünüyorum. 

Kova, astronomidir, astrolojidir, uzay bilimidir. Çoğu astrolog ve bilim insanlarının yaptıkları araştırmalara göre bu kavuşumun Hava elementinde yani KOVA burcunda olması insanoğlunda, bilinç ve zihinsel tekamül sürecinde önemli değişimlere neden olacak. Zaman ve uzay kavramında değişmeler, gelişmeler ve bilinçte büyük sıçramalar yaşanacak.   

Kavuşumun KOVA burcunun ilk derecesinde olması ise açığa çıkan enerjinin en güçlü ve en yalın haliyle hissedilmesini sağlayacak. Aklınıza gelebilecek her alanda dijital teknolojinin çok hızlı ilerleyeceği, yapay zekanın daha da gelişeceği müthiş hızlı bir çağa adım atacağız. Kova burcunun en önemli özelliği özgürlük ve insanların farklılıkları yüzünden ötekileştirmeden herkesin bütünün bir parçası olduğunu kabul etmesidir. 

Okültizm, Parapsikoloji, Ezoterizm ve Teorik Fizik üzerine araştırmaları olan İzmir doğumlu yazar Sayın Ferda ERCAN UYULAN, Jüpiter ve Satürn kavuşum günü olan 21 Aralık’ta; mor renkli olan taşlar, giysiler, mumlar, yiyecekler kısacası Jüpiter'in rengini kullanmamız, olgunun pozitif enerjisini almamız bakımından frekans düzeyimizi yükseltebileceğini belirtmiş...

21 Aralık 2020 tarihinde Jüpiter ve Satürn kavuşumu ile birlikte “Büyük Dönüşüm” başlıyor... 

Büyük kozmik ruhla, Evrenin enerjisiyle bütünleşip birleşmeye, “Altın Çağa”, “Yeni Güçlü Frekansa”, “Büyük Kuantum Sıçramasına” hazır olun...



11 Aralık 2018 Salı

SUYUN MUCİZESİ



Dünya’mızın ve bedenimizin vazgeçilmezi: SU

Su, bütün evrenin ve kâinatın başlangıç noktasını oluşturur. Su olmadan ne yeryüzünde ne de gökyüzünde hiçbir canlı yaşayamaz.
Japon bilim adamı DR: Masaru Emoto su üzerinde çeşitli araştırmalar yapmış ve insanın titreşimsel enerjisinin, düşüncelerinin, kelimelerinin suyun moleküler yapısını etkilediğini ispat etmiştir. Aynı şekilde Fransız bilim adamı DR.Jacgues Benveriste, 1980’lerde başlattığı çalışmalarında suyun hafızası olduğunu anlamıştır. Hastalar üzerinde denediği ilaçların bir kısmını su ile seyrelterek verdiğinde bile iyileşme süreci ve belirtileri tüm hastalarda aynı olmuştur.
Bilim adamlarının tüm çalışmalarının ortaya çıkardığı bir tek şey vardır:
Su hücreler arası bilgi alış verişini yapar ve söylenen ya da düşünülen her sözü hafızasında tutar. Ne düşünürsek, ne söylersek hücrelerimizi etkileyerek enerjileri kopyalar ve hücreler arasında iletişimi sağlar. Bedenimizin neredeyse yüzde 70’i sudur.  Bundan dolayı atalarımızdan ve geçmişimizden gelen her şey bedenimizdeki suda bulunan eski kayıtlardır. Hem sağlığınız hem de hayatınız beyninizden geçen düşüncelerin ve söylediklerinizin etkisi altındadır.
Çoğumuzun evinde eminim bulaşık makinası vardır. Fakat çoğumuz yine de elinde bulaşıkları yıkar. Bazen de illa suya dokunma gereği duyduğundan elinde yıkar. Aslında birçoğumuz bilmeden elimizde bulaşık yıkayarak enerjimizi negatiften pozitife çevirmeye çalışırız. Kendimden örnek verecek olursam eğer sinirliysem ya da üzgünsem elimde bulaşık yıkadığımda sakinleşirim. Suyun titreşimi, frekansı her şeyi etkiler. Bardağa içmek için koyduğunuz bir bardak su bile yeryüzündeki bütün sularla bağlantı halindedir.
Peki, bütün bu bilgiler doğrultusunda içtiğimiz su ile neler yapabiliriz? Bunu hiç düşündünüz mü? Bedenimizin yüzde 70′i sudur ama beyinle birleştiğinde bu su anlam kazanır. O zaman H20’dan çıkar ve ona hangi dalga boyunu yüklersek o frekansa bürünür. Moleküler yapısı dönüşerek bedene şifa katar.  Yani çevreden aldığı titreşim ve enerjilerle suyun moleküler yapısını değiştiririz.
Düşüncelerimizin, kelimelerimizin ve hatta yazdıklarımızın yardımıyla bedenimize, çevremize ve hatta tüm evrene yüksek enerji vererek şifalanmasını sağlayabiliriz.
Örneğin zihninizden “Bütün kuşkularım, korkularım arınsın, bedenim bunlardan temizlensin” diye geçirip bu suyu içtiğinizde, o kesin şifadır. Çünkü sözlerle suya frekans yüklemiş oluyorsunuz. Düşündüğün anda beyin onu tanımlayarak bir dalga boyu yayıyor. Ve sen suya doğru bakarak bunları söylediğinde kayda alıyor. Bütün bunlar düşünülerek içildiğinde, bedenin ihtiyacı olan bir işleve bürünüyor. “Beni üzüntülerimden temizlesin” diye içildiğinde bedene o şekilde aktarılıyor ve komutu yerine getiriyor.
Huzura kavuşmak, dertlerden kurtulmak için önce derin bir nefes almak, yaşam enerjisini bedene aktarmak sonra da bu düşüncelerle suyu içerek şifa bulmak mümkündür.
İnsanların huzura kavuşması için bedeni arındırmak çok önemli. Bir insana şifa olsun diye frekans yükleyerek verdiğimiz su, o kişinin bedenini temizler.
Suyla ilgili uygulamalar onlarca. Örneğin büyüyü çözer, akıp gitmesini sağlar. Eve konulan bir kâse su, bütün odalardaki negatif enerjileri yok eder... Bedene doğru bir şekilde yüklendiğinde şifa aracıdır. Nasıl ilaçlar şifa katıyorsa, ”SU” bunlar arasında en önemli maddedir.
Yarın için düşüncelerinizi, niyetlerinizi ve dileklerinizi bir kâğıt bardağın üzerine yazın, suyun bunların tezahürüne yardım etmesi için. Bazen bu, “yarın şaşırtıcı şekilde yaratıcı olacağım ve sevgiyle parıldayacağım” gibi genel iyi bir prensip olabilir veya “yarın bu durum ile zorluğumu çözmeyi diliyorum” gibi spesifik olabilir.
Bunu tam bir zihinsel berraklık ve şükran ile yaptıktan sonra, suyun yarısını için ve suyun büyük yoğunluk ile yansıttığını ve evrene büyütücü bir anten olarak davrandığını bilerek uykuya dalın. Bedeninizdeki içtiğiniz su sizin niyetinizi taşıyor ve hala ”HER ŞEY” e bağlı olan bardakta kalan su ile bağlantılı olarak mesajınızı evrene göndermenize yardım ediyor. Onun yapısı düşüncenizi gerçekten değiştiriyor ve bu bilim tarafından kanıtlanabilirdir.
Siz uyurken, bilinçaltı zihniniz hem bedeninizdeki suyla hem de bardaktaki suyla iletişim kurmaya devam eder ve sizin konsantre olduğunuz şeye yapısını değiştirir, sabahleyin uyandığınızda ve bardakta kalan suyu içtiğinizde, tam tamına hayallerinizi içiyor olursunuz!
Bu, onları tüm varlığınızda daha da güçlü yansıtır. Bunu her gece yapın ve nelerin olduğunu görün, mucizeler katlanır ve sağlık daha hızlı şekilde güçlenir.
Su, insanların sahip olduğu en güzel, değişken ve düşünceden etkilenen fiziksel maddedir. Su, varlığımızın hologramında nihai fiziksel tezahürdür ve eğer suyunuzu severseniz, o da sizi sever ve yolunuzda size yardım eder. Su canlı ve farkındadır.

NİYET ÖRNEKLERİ:

Suya bakıp onun da duygu ve düşüncesinin olduğunu hisset ve ona de ki:

***Bu su vücuduma şifa olsun. Bu su ile bütün hücrelerim yenilensin. Bu suyla tüm bedenim ve hücrelerim arınsın…
***Suyun yüksek benliği ile bağlantı kuruyorum ( bunu reiki bilenler sembollerle yapıyorlar) bu suyun kendi ph değerini 7,5′e yükseltmesini ve ben bu suyu içtikçe suyun bedenimdeki tüm dna dizilişlerini orijinal haline getirmesini, dokuları onarmasını istiyorum… Şifa olsun, şifa olsun, şifa olsun, oldu bile çok şükür… Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim…
***Yarın ………….. duruma çözüm üretmeyi ve yaratıcı eylemlerle bu sorunu halletmeyi seçiyorum.
***Negatif düşüncelerden, enerjilerden arındır beni su, şifa olsun, şifa olsun, şifa olsun, oldu bile çok şükür… Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim…
***Bütün kuşkularım, korkularım arınsın, bedenim bunlardan temizlensin…
***Suyun ruhu, zihni ve bedeni seni çok seviyorum… Bedenimi dna sarmallarımdan başlayarak, tüm hücrelerimi ve dokularımı yenilemeni, bedenimin bütün fonksiyonlarını dengelemeni istiyorum... Şifa olsun, şifa olsun, şifa olsun, oldu bile çok şükür... Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim…
***Sen çok güzelsin, varlığın için teşekkür ediyorum, iyi ki varsın… (Niyetinizi söyleyin) Bolluk ve bereketin bana su gibi akmasına niyet ediyorum. Her bir organımın her hücresine kadar bu suyla şifalanmasına niyet ediyorum.


25 Temmuz 2018 Çarşamba

Kalbimin sesiyle yazıyorum... Nermin Bezmen

 Yazarın tek ve en büyük silahı kalemidir ve o kalemin beynine, ruhuna sahip çıkmak yazarı hür, bağımsız kılar… Nermin Bezmen



Masmavi gökyüzünde uçan martıların neşeli sesleri ve sıcacık bir kahve eşliğinde harika bir röportaj okuyacaksınız…



Lale Bollukcu: Öncelikle sizinle söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler.

Nermin Bezmen: Ben teşekkür ederim.
   


Lale Bollukcu: Kitaplarınızı yazmaya başlarken kurguyu önceden mi belirlersiniz? Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir?
 
Nermin Bezmen: Yaşadığım gibi yazıyorum; kâlbimin sesiyle... Bir karakter, bir olay, bir mekân yüreğime seslenir ve “Beni yaz!” der. O anda konum bellidir, başlığım bellidir ve bir kaç satır içinde de romanımın çerçevesi belirlenmiştir. Nasıl başlayacağı, hangi cümleyle okura “Merhaba” diyeceğim daha en başta zihnimde bellidir, sonra araştırmaya, not alıp çalışmaya başlarım... Anlatacağım devri, mekânları, karakterleri ile ilgili okuma yaptıkça hikâyem gelişir… İlk belirlediğim ana çizgilerin içine yeni renkler oturur…. Kendimi artık yazmaya hazır hissettiğim zaman ise çalıştığım ve hafızama nakşettiğim her detay, bana ilk heyecan veren o ipucunun etrafında nakış gibi işlenmeye başlar... Şayet gerçek bir öyküye hayat vermiyorsam bir, iki bölümden sonra kahramanımı kendi haline bırakır, onun ihtiyaçlarını dinler ve dillendiririm... O seçmeye başlar, en yakın arkadaşını, sevgilisini, düşmanını. Nasıl bir yerde yaşamak istediğini, nasıl bir macerası olduğunu anlatır bana… Âdeta onunla birlikte yazarız sonrasını…      



        Lale Bollukcu: Yazmak sizin için hayat boyu sürecek bir serüven mi yoksa yazmayı bırakmayı düşündüğünüz bir zaman var mı?

Nermin Bezmen: Yazmak benim için yaşam şekli, nefes alıp vermek kadar elzem, duygusal, ruhsal, zihinsel ve fiziksel bütünlükte yaşadığım bir süreç. “Avucun kaşınınca para gelir” derler... Ben, sabahları uyandığımda yazmak heyecanıyla avuçlarım kaşınır… Benim zenginliğim de bu; yazmak... Yani, şayet başkaca bir sağlık problemim olmazsa ölene kadar yazacağım. Her halde ya yazarken, ya da yazmaya ara verip dinlenceye çekildiğim bir anda öleceğim.





Lale Bollukcu: Yazı yazmadığınız zaman kendinizi nasıl hissediyorsunuz?   

Nermin Bezmen: Yazı yazmaya hazırlanıyor gibi hissediyorum. Yazmadığım anlarda, hayatın en derinden tadını çıkardığım zamanlarda bile, beynimin arka loblarında yazacaklarımla ya da hali hazırda yazmakta olduklarımla ilgili bir hareket, bir yaratma süreci yaşanır. Örneğin, dün bütün gece, yeni çalışmakta olduğum romanımla ilgili rüyalar gördüm sabaha kadar. Rüyamda kendi kendime yazacaklarımı yüksek sesle tekrarlıyordum ezberden. Bunlar daha önceden not almış olduğum bir şeyler değildi. Sabahın beşinde heyecanla ve yürek çarpıntısıyla uyandım ve hemen hepsini bilgisayarıma geçirdim.





Lale Bollukcu: Çeşitli okullara giderek edebiyat üzerine söyleşiler de yapıyorsunuz. Gençlerin edebiyata karşı ilgisi nasıl? Ne gibi farklı sorularla karşılaştınız? Şimdiye kadar karşılaştığınız en ilginç soru ne oldu?

Nermin Bezmen: Çok okul geziyor, çok çocukla, gençle buluşuyorum. Doğa ve Bahçeşehir Kolejlerinde ve diğer münferit okullarda müfredatta olan “Hayâl Takımı – Sonsuzluk Bahçesine Yolculuk” romanım dolayısıyla sekiz - on iki yaş grubu ile sohbetlerimiz olurken, orta okul, lise ve üniversite talebeleri ile de yetişkin romanlarım sebebiyle bir araya geliyorum.
Günümüzün sunduğu teknolojik oyalanma imkânları, hazır sunulan ve çabuk tüketilen oyunlarla, ekran karşısına kilitlenerek kurulan sessiz, sohbetsiz, paylaşımsız arkadaşlıklardan maalesef etkilenmemeleri mümkün değil. Ancak, bu arada uzağında kaldıkları, sorgulamadıkları, karşılaştırmasını yapmadıkları duyguları, yaşamları, tarihi onların tanışmamış olduğu veya az yaklaştığı gizemli bir dünya olarak tanıtırsanız ilgilerini çekiyorsunuz hemen.  Okumayı sevmeseler dahi sohbetinizde kişisel ve duygusal açıdan onları yakalayabilirseniz, yazdığınızla da ilgileniyorlar. Ben katıldığım toplantılardaki paylaşımdan, ilgiden, sorulan sorulardan çok memnunum. Yetişkinlerin okullarındaki konuşmalarım daha ziyade insan psikolojisi, aşk, sevgi, paylaşım, hayat kavgası, özgüven, birey olmak, vâr olmak, kendi seçimleriyle yaşayabilmek, sürü parçası olmaktan uzak durmak, kendini tanımak, kendini bilmek, iyi iz bırakmak üzerine yoğunlaşırken, miniklerle de, aşağı yukarı aynı konuları daha onların yaşlarına indirgeyerek, arkadaşlık, sırdaşlık, iyi arkadaş seçmek, iyi, saygılı, dürüst, çalışkan ve yardımsever insan olmak gibi detayları kitabımın konusunun içinde zenginleştirerek anlatıyorum. Çok enteresan, çok ince düşünülmüş sorular çıkıyor genellikle... Zaten sorularından çocukların hangisinin hayata nasıl ve ne tarz asılacağını, ne kadar duyarlı olacağını hemen anlıyorsunuz.
Son bir kaç senedir ilk eğitim buluşmalarımda en çok dikkatimi çeken Hayâl Takımı kitabımdaki çocuk karakterlerden Antranik ve Moiz’ı çocukların yabancı sanması oldu. Mina’nın, yani benim, neden arkadaşlarını Türk olmayan çocuklardan seçtiklerini soranlar hemen hemen her toplantımda oldu. Onlara, arkadaşlarımın yabancı olmadıklarını; Antranik’in bir Türk Ermenisi,  Moiz’in ise Türk Musevisi bir ailenin çocukları olduğunu, bizlerin hep beraber yaşayıp, bir diğerimizin dinini, kültürünü sorgulamadan, ailelerimizin de dostluğunun yanısıra, gayet güzel arkadaşlıklar, sırdaşlıklar kurduğumuzu anlattım uzun uzun. Ama bu soru beni hem düşündürdü, hem üzdü. Ülkemizi kendi içinde bölenlerin, bizleri getirdiği ayrımcılık noktasında, birbirimize ne kadar yabancılaştığımızın ispatıydı bu soru. Aslında zaten bunun farkındalığında, kendi çocukluğumdan dokuz yaş yılımı baz alarak yazmıştım bu romanı. Çok huzurlu, çok kardeşçe yaşadığımız zamanlardı… Bugünün kaotik, ayrışmış, kamplaşmış Türkiyesi’nin çocuklarına farklı bir nefes olsun istemiştim. Demek doğru seçim yapmışım.





Lale Bollukcu: Kurt Seyt&Shura, Kurt Seyt&Murka, Shura kitaplarınız bir dönemi anlatan romanlar. Bu kitapları yazarken nasıl bir hazırlık serüveni yaşadınız?

Nermin Bezmen: Dönem romanları benim yazmaktan ziyade çalışırken daha çok zaman yatırımı yaptığım eserlerim olur.  Kurt Seyt & Shura dizisinin bir avantajı; kendi öz ailemden yola çıkmamdı. Çoğu, çocukluğumdan beri dinlediğim hikâyelerdi. Yine de, ilk üç romanım; Kurt Seyt & Shura, Kurt Seyt & Murka, Mengene Göçmenleri, toplamda dört sene araştırma, sonra dört sene de yazım süreciyle tam sekiz senede gerçekleşti.
Gerçekleri de anlatsam, kurgu da yazsam, benim için devrin ve karakterlerin gerçeği çok önemli. Benim kalemime değdiği andan itibaren kurgu kahramanlar, figüranları dahi hepsi gerçeğe dönüşmeli. Okurum, okurken, onlarla bir gün karşılaştığını veya karşılaşabileceğini düşünmeli. Anlattığım mekânlarda gezinmeli, gittiyse hatırlamalı, hiç gitmemiş veya gitme şansı olmayacaksa da, görmüş, orada bulunmuş gibi hissetmeli.
Aile öykümü anlatmak için en büyük desteğim, anneannemin bana aktardığı anılardı. İki sene boyunca her gün, saatlerce onunla oturduk ve dudaklarından dökülen her kelimeyi not aldım. Sadece kelimeleri değil, o sözcükleri söylerken, o cümleleri dillendirirken gözlerindeki, yüzündeki ifade, beden dili benim için çok önemliydi, hepsini not aldım sayfa kenarlarına. Çünkü sonra romana dökerken, o belli sahneyi anlatırken bunlar hep karakterlerimin hal ve tavırlarını tarifimde kullandığım zenginlikler oldu. 
Anneannemle çalışmam bittikten sonra da arşiv ve ansiklopedik çalışmam başladı. İki sene de o sürdü. Ama gelişigüzel bir çalışma değildi, her gün sekiz, on saat süren disiplinli, âdeta tez hazırlar gibi hazırlandığım bir süreçti. Her bir romanda anlattığım devrin ülkesi, insanları, yaşam kültürleri, dini, siyasi, sosyal, antropolojik ve coğrafi detayları her biri kendi başına çalışılması ve detaylandırılması gereken unsurlardır. 1892 nin Rusya’sında, Kırım’dan St. Petersburg’a nasıl, kaç saatte, hangi duraklarda durularak gidilirdi, St. Petersburg’dan Tsarskeyo Selo’ya troika hangi yollardan geçerek ne kadar zamanda yol alırdı, şehirlerin mimari ve plânlama özellikleri nelerdi… gibi binlerce ince, belki de önemli sayılmayacak ama aslında romanı gerçek ve inanılır kılacak detayı araştırdım. Bu, her romanımda anlattığım her mekân için geçerli bir çalışmadır. Kurgu da olsa benim için son derece önemlidir.
İşte bu sebeplerden o dört yılın sonunda Kurt Seyit dizisini yazmaya oturduğumda zaten artık o devre, kahramanlarımın dünyasına ışınlanmıştım ve sanki çalışma odamda yanımda oturuyorlar ve kendi hayat hikâyelerini kulağıma fısıldıyorlar gibi yazdım. Ne var ki; anlattığım karakterleri ve hayatlarını, her birinin yerine kendimi koyarak, sahiplenerek ve onlarla kendimi özdeşleştirerek yazdığımdan ruhsal anlamda çok zor bir süreçti. Onlarla beraber güldüm, mutlu oldum, âşık oldum, hasret çektim, ağladım, acı ve yalnızlıkla sarıldım, kâlbim kırıldı, aldatıldım, sürüldüm, göçtüm, öldürüldüm… Yaşadığım; farklı zaman ve farkl ruhsal dünyalarda yolculuk beni hem çok yordu, hem çok heyecanlandırdı ve zenginleştirdi.
Benim için her romanım bir üniversite eğitimi gibidir. Ama sadece bilgi dağarcığımı, görüşümü değil, ruhsal ve düşün dünyamı da derinleştiren, zenginleştiren bir eğitim.




          Lale Bollukcu: Hem büyüklere hem de çocuklara yönelik kitaplar yazmaktasınız. Hangisi daha keyif verici?    

Nermin Bezmen: İkisinden de ayrı zevk alıyorum. Kıyaslamam zor. Çocuk romanı çok daha ince ve sorumlu düşünmeyi gerektiriyor. Çünkü henüz şekilenmekte olan o minik dünyalara verdiğiniz her yanlış mesaj, kullandığınız her yanlış söz, onların henüz taze, süzgeci henüz dar dünyalarında çok yanlış izler bırakabilir. Ben çocuk kitaplarında “Ya”, “Be”, “Ulan” gibi kelimeleri gördüğüm zaman zıvanadan çıkıyorum. Evet, öyle konuşanlar olabilir ama biz neden miniklerimize sevgi ve saygıyla konuşmanın, arsızlık, şımarıklıktan uzak yaşamanın incelikleri üzerine örnekler vermeyelim.  Aynı şekilde, ebeveynlerin birbirleriyle diyaloglarında da kabalığa, terbiyesizliğe ve küstahlığa tahamülüm yok.





Lale Bollukcu: Çocuklara öyküler yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz?    

Nermin Bezmen: İlk çocuk romanım Hayâl Takımı-Sonsuzluk Bahçesine Yolculuk’da kendi çocukluğumdan yola çıktım. Henüz televizyonun, cep telefonunun, I-pad’in, tabletin icat olmadığı, ailelerin bir çoğunun evinde telefon dahi bulunmadığı bir zaman dilimi benim çocukluğum. Şimdinin elektronik âletleriyle hayatlarını bir zil sesi hızında ve dünyadan kopuk yaşayan çocukları için masalsı bir zaman dilimi olacağını düşündüm. “Bir varmış, bir yokmuş” denecek kadar uzak bir zaman... Yaşamların daha sade, daha ağır bir tempoda yaşandığı, çocukların kendi mahallelerindeki okula yürüyerek ulaştığı, öğle yemeğine eve geldikleri, akşam üzeri eve çay, kek saatine yetiştikleri, annelerin çocuklarını evde beklediği, yemek saatlerinde ailece sohbet edildiği, arkadaşlıkların evlerde, bahçelerde beraber oyunlar yaratma, sır paylaşmayla yaşandığı, ninelerden masallar, efsaneler dinlendiği zamanlar… Müslüman, Hristiyan, Musevi her dinden, her kökenden insanın birbirini sorgulamadan, özeline karışmadan barış içinde yaşadığı ve dostluk ettiği zamanlar… Varlıklı olanların varlıklarını göz önüne dökmeyecek gibi sade yaşadıkları, para konuşmanın ayıp olduğu, ihtiyacı olana fark ettirmeden, böbürlenmeden yardım edildiği zamanlar… Fakir ile zengin çocuğu ayrışmasın diye okula siyah önlük giydiğimiz, pahalı olduğu için muz götürmediğimiz ince düşünceli zamanlar… Esin kaynağım işte bu hayatlardı. Ancak günümüz çocuğunun ilgisini çekip onu hikâyenin içine çekecek ek bir ivmeye ihtiyaç duydum ve orada fantastik kurgu işin içine girdi. Ayrıca, dediğim gibi;  çocukların arkadaşları ile, ebeveynleri ile, ebeveynlerin bir birleriyle ve çocuklarıyla konuşmalarında dile son derece özen gösteriyorum. Hitaplarda, ifadelerde sevgi ve saygı benim için çok önemli. En kızgın, en haylaz çocuğun diyaloglarında bile avam, sokak ağzından uzak durmayı seçiyorum. Zira “Zaten bunlar bizim içimizde var, zaten böyle konuşanlar var.” anlayışıyla  yapılan diziler ve yazılan çocuk kitaplarıyla ülkenin Türkçesi, görgü kuralları ayaklar altına alındı, ben bunun parçası olmak istemiyorum. Yazarken çok eğlendim ve görüyorum ki; çocuklar da çok beğendiler, beğeniyorlar. Şimdi devamı gelecek.






Lale Bollukcu: Günümüzün gençliğine üç tavsiye verecek olsanız bunlar ne olurdu?

Nermin Bezmen: Öncelikle iyi, dürüst ve âdil bir insan olun: Sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü çok kötüye ve kötülüğe rağmen, kendinizi ezdirmeden, yok olmadan ve sürünün parçası olmadan iyi kalabilmek zor. Şimdilerde, çalan çırpan “marifetli”, hakkı elinden alınana “aptal” gözüyle bakılıyor. Amaca ulaşmak için her şey mübah sayılıyor ve toplum siyasetten, yönetici kadrolarından, sanatçısına kadar böyle yanlış örneklerle dolu. Siz bu zavallı anlayışı yıkın. Siz zoru seçin, dünyanın iyiliğe çok ihtiyacı var. Kurtuluşumuz iyi, âdil, dürüst, çalışkan insanlarda. 

Kendiniz olun: Bireyselliğinizin kıymetini, yapabileceklerinizin sınırını bilin. Birileri ilham kaynağınız olabilir ama siz onların taklidi olmayın. En büyük mücadeleniz; düşlerinizi, ideallerini yakalamak üzere kendinizle olsun. Bir bozkır otu gibi yaşamayın. Varlığınızın sebebini ve bu dünyaya size hatırlatacak, anımsatacak güzel ve iyi ne bırakabileceğiizi düşünerek ilerleyin.

Kendi seçimlerinizle, kendinizdeki güzeli ortaya çıkarmak üzere yaşayın: Yoksa başkalarının hayatını yaşamış olursunuz. Ünvan, para getireceği için değil, çok severek, en zor gününüzde bile keyifle yapacağınız mesleği seçin. Sizi yoran, üzen, sizden alan insanlardan uzak durun. Mecburen hayatınıza bir yerden giriyorlarsa bile ilişkinizi sınırlı tutun.

Eşinizi onunla karşılıklı çok iyi bir hayat arkadaşı olacağınızdan eminseniz seçin.  

Genç kızlar; sosyal statü, ünvan, servet, rahat yaşam, sevgili, eş seçimlerinizde tuzağınız olmasın.
Delikanlılar, gözünü alan güzellik, anlık heyecanlar sizi bir ömür boyu, düşleri, ruhu boş bir kadınla yaşama mutsuzluğuna mahkûm etmesin.

İlişkilerinizde, daha en en baştan, sahip olduğunuz ve hiç bir zaman değiştirmeyeceğiniz özelliklerinizle ortaya çıkın. Birine kendinizi beğendirmek için “şimdilik” onun istediği gibi olmayı seçmeyin. Hayat çok kısa, böyle oyunlara ve getireceği yıkımları yaşamaya değmez. Aldatırken bir bakarsınız aldanmışsınız.

Yaşadıklarınızdan ders alın ama “Keşke”lerle, “Ama”larla yaşamayın. An kıymetli. Bir başka zaman diliminde, başka şartlarda, bambaşka bir ruh halinde vermiş olduğunuz bir kararı veya yaptığınız bir seçimi, aradan zaman geçip bugünkü şartlarınızda mahkeme edip yargılamak ve pişmanlık duymak; hem o yaşamış olduğunuz zamana, hem de “şimdi”nize haksızlık. O zaman geçmiş, bitmiştir. Artık anınıza ve geleceğinize bakın. Yaşananları unutmayın ama geri kalan hayatınızı esir alıp yavaşlatmasına asla izin vermeyin.

Kıskanç olmayın. Ne arkadaşınızı, ne sevgilinizi, ne ortağınızı, ne hayran olduğunuz bir yeteneği, ne bir meşhuru kıskanın. Kıskançlık insanı tüketen ve kendi içindekini keşfetmesine ve sevgiye engel olan, zamanı ve enrjiyi tüketen marazî bir duygu, uzak durun.




Lale Bollukcu: Hayatınızda en fazla iz bırakan olay ve ya durum nedir?

Nermin Bezmen: Bu yaşıma kadar hayatımda çok farklı yaşlarımda, beni etkileyen, dönüm noktalarım olan olaylar ve/veya beni etkileyen, iz bırakan insanlar oldu. Sıralamam ve numaralandırmam zor. Ancak, bugünkü Nermin olmamda pozitif dahli olanlar nasıl bende kaydedildiyse, acı, hüzün veren, trajik olaylar, kayıplar, dibe vuruşlar, hasretler de her zaman kabulüm olmuştur. Travma yaşatan zaman dilimlerini de bana ait oldukları için sahiplenirim ama sonraki yaşamımı zedelemesine ve acısının kalıcı olmasına izin vermem. Böyle zamanları kaleme alıp, kahramanlarımdan birine yaşatmak benim en büyük kurtuluş silahım. Bende çok derin iz bırak zor zamanlar bittiğinde kendimi “kurban” değil, yaşama sıkı sıkı asılmış bir “kazazede” olarak görüyorum.  O zamanlaın en dipte olduğum anlarında ise artık ayağımı vurup tekrar yukarıya çıkma zamanım geldiğini düşünerek kendimi enerjik e mücadeleci tutuyorum. İnsanın en çok pozitif enerjiye ihtiyacı olduğu zamanlar, böylesine travmaları yaşarken değil, içinden çıktığı anlardır. Şayet o zorluğu yaşarken kendinizi bırakmışsanız, suyun yüzüne tekrar vardığınızda devam etmek için gücünüz tükenmiş olur. Karaya çıkmak yerine, dalgaya teslim olur, sürüklenirsiniz.

Başa çıkamayacağım ve kabullenmek zorunda olduğum kötü zamanları ölümcül hastalıklara benzetirim. Onların varlığını kabûl etmemek, yadsımak care değildir. Gerek onun orada, sizinle olmasıdır çünkü. Bana verdiği acıyı, hayatıma getirdiği yokluğu, yoksunluğu, hüznü kabullenirim, kendime ait hissederim, bir şeilde onunla uzlaşmaya varırırm ama teslim olmam. Enerjimi isyanla harcayacağım yerde, kabullendiğim bu davetsiz misafirin beni yok etmeden, ezmeden benimle yaşamasııa izin verir ve geleceğe, daha güzel günlere teksif olurum.





         Lale Bollukcu: Kelimeleriniz nerede, ne zaman kaleminizin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?

Nermin Bezmen: Her an, her yerde olabilir. Tamamen o anki ruh halime bağlı. Çalışma masamda olmama gerek yok. Bir tren, uçak yolculuğunda, deniz kıyısında, gece uykumun arasında, bir kafede otururken, havaalanında uçak beklerken, bir çiçek goncası açılıyorken, bir bulut geçiyorken, bir dalga sesiyle, bir asma yaprağı kokusuyla… Sineztezyam beni neyle buluşturuyorsa kelimeler akarak gelir, kendini yazdırır.




Lale Bollukcu: İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ diye söyler. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?

Nermin Bezmen: Herkes yazabilir tabii ki. Ama yazar olamaz. Her resim yapanın ressam, her şiir yazanın şair olmadığı, her bina dikenin mimar, her iyi yüzenin iyi bir dalgıç olmadığı gibi. Yazarlık; yazı yazmak istemenin, çok bilgisi olup kâğıda dökmeyi arzu etmenin ötesinde bir iş. Bilgi, merak, izlenimcilik, araştırma, karşılaştırma, öğrenme, duygusal yoğunluk, hayâl kurma gücü, özgüven, iyi bir anlatım çok önemli faktörler yazar olmak için.

Yazar olacak insanın aslında sadece kendi hikâyesi ve bildiğiyle değil, tüm yaşamla ve yaşananlarla ilgili olması lâzım.  Kendi yaşadığınız bir devri, kendinizi anlatırken dahi, o devirde çevrenizde, ülkenizde, dünyada olup bitenler, onların sizi ve hayatınızdaki diğer insanları, ruh hallerinizi nasıl etkilediğini araştırmanız gerek. Hiç birimiz bir diğerimizden veya olup bitenlerden bağımsız değiliz. Tüm kararlarımız, seçimlerimiz, söylemlerimiz daimi surette, yakın/uzak çevremizden etkilenmekte. Bu derinliği verip, anlattığınızda perspektif kazandırır ve içine ruh katarsanız yazar olursunuz, yoksa sadece yazmış olursunuz. 




            Lale Bollukcu: Yeni çalışmalarınız var mı?

Nermin Bezmen: Evet, şu anda yine tarihi bir öyküyü anlatmaya hazırlanıyorum. En sancılı evresinde, araştırma – çalışma kısmındayım. Ama çok heyecanlıyım.


  

            Lale Bolllukcu: Okumayı sevdiğiniz Türk ve Dünya yazarları kimlerdir? Sizi kendine en çok çeken yazar hangisidir? Neden?

Nermin Bezmen: Yazarlardan ziyade konularına göre kitap seçip okuyorum. Ancak anneciğimin beni dokuz yaşında “Vişne Bahçesi” ile beraber tanıştırdığı Anton Chekhov o günden beri ve halen en favori yazarım. Tolstoy, Dostoyevski, Gogol yapıtları da çok erken yaşta hayatıma girdiler ama Chekhov’un o kendine has, okura müdahale etmeden kahramanlarının hayatlarını aktarma uslûbu çok hoşuma gider. Ahlâki bekçilik yapmaz Chekhov, karakterlerinin seçimleri üzerinden. Okurun duygularını zorlamadan, germeden harekete geçirir.

Steindhal, Nina Berberova, Ivan Bunin, Helen Rappaport, Steinbeck, Hemingway, Neruda, İsabel Allende, Ken Follet gibi yabancı yazarlar, yine çocukluğumda tanıştığım Ömer Seyfettin, Vâ-Nû, Nâzım, Refik Halit Karay, Cengiz Aytmatov bende izi olan yazarlardır. Sabahattin Ali, Orhan Karaveli , Selim İleri, Ahmet Ümit ve son kuşaktan da Hakan Günday diğer keyifle okuduğum yazarlar.





            Lale Bollukcu: Yazdığınız onca kitap arasında aklınızda yer eden bir replik ve ya pasaj var mı?

Nermin Bezmen: “Özlemek güzeldir oğlum. Özleyecek kadar sevdiğin birileri var demektir. Esas, hiç bir zaman kavuşamayacak olduğun özlemler yaşarsan yamandır özlem.” Mirza Mehmet Eminof’dan oğlu Kurt Seyit’e – Kurt Seyt & Shura romanımdan

“Hayatta hiç bir şeye üzülmek için de, sevinmek için de acele etme.”
Mirza Mehmet Eminof’dan oğlu Kurt Seyt’e -Kurt Seyt & Shura romanımdan

“Hayatını kendi seçtiğin gibi yaşarsan senin hayatın olur.”
Babaanne Hüma’dan torunu Hüma’ya – SIR romanımdan




            Lale Bollukcu: Benim bir de yemek kültür bloğum var. Yemek yapmak ve yemek yemek ile aranız nasıl?

Nermin Bezmen: Hiç perhizim olmaz. Yemediğim yemek yok . Ancak bir öğünde tek bir çeşit yemeyi seviyorum. Ya bir et cinsidir, ya makarnadır, ya börektir, ya da zeytinyağlı ama birinden birini seçerim. Büyük bir tabak, çeşitli bir salata benim için kendi başına ana yemek olabilir. Makarna aynı şekilde.  Ancak deniz mahsulleri, özellikle de kabuklular en sevdiğim lezzetler. Mümkün olduğu kadar “gerçek organik” ürünler tüketmeye çalışıyoruz. Bal, zeytinyağı ve sarımsak mutfağımızın vazgeçilmezleri.  Tolga’cığım da, ben de yemek yapmayı çok seviyor, ve sunumda sıraya giriyoruz. 





            Lale Bollukcu: Farklı yörelere, kültürlere, ülkelere ait yemekleri sever misiniz?

Nermin Bezmen: Farklı yöre ve kültür yemeklerini hem tatmayı, hem de pişirmeyi seviyorum. Anneciğim bu çeşninin çok güzel bir uygulayıcısıydı. Babamın memuriyeti dolayısıyla Anadolu’yu dolaştığımız ve her gittiğimiz yerde de ülkenin farklı bölgelerinden gelen diğer memur aileleriyle ahbaplık kurduğumuz için annemin çok zengin bir mutfağı vardı. Her yörenin özel lezzetini büyük bir marifetle uygulardı.
Ben de öğrendiğim hem yerli yöresel lezzetleri, hem de ailenin geçmişinden, Kırım Tatar, Kafkas, Rus, Selânik, Girit mutfağından  gelen bazı özel yemekleri yaşatmaya özellikle gayret gösteriyorum.  





Lale Bollukcu: Yemek yapmak yazı yazmak… İçinizde hangi duyguların esmesine neden oluyor?

Nermin Bezmen: Birbirine her ne kadar benzemese de ikisini de sanat ve özen uygulaması ve insanın kendisini ifade ettiği yollardan birisi olarak görüyorum. Biri edebi, diğeri estetik yaşam tarzı olarak.
Yemek benim için salt karın doyurmak için yenen, yemek masası ise karın doyduğu an kalkılan bir ara durak değildir. Yemek çok kutsal, yemek masası ise ailenin, dostların bir araya gelip bu kutsal duyguyu paylaştikları bir ritüel benim için. Yemek; sevginin, sohbetin, keyfin, varsa dertlerin paylaşıldığı, konuşulduğu, ailenin, arkadaşların birbirinden ayrı geçirdiği zamanların açığını kapadığı zaman dilimi olmalı.  Bu duygularla pişen yemeğin sunumu da aynı özenle yapıldığında, sadece yenilen yemeğe değil, o sofrayı paylaşan herkese duyulan saygının ifadesine dönüşüyor. Ben tabakları âdeta bir tablo yapıyor duygusuyla hazırlamayı seviyorum. Çok özenirim. Dediğim gibi; bu, yemeği sunduğum kişiye verdiğim önemin, sevginin bir işaretidir aynı zamanda. Bunun varlıkla da bir ilgisi yoktur. İnsanlar varlıklı olmak ile vâr olmanın farkını kaçırdılar artık. Bir sofraya özenilmesi için nylon yerine temiz, kolalanmış bir örtü, kâğıt yerine kolalı kumaş peçeteler, masanın ortasına evinizdeki çiçeği açmış bir saksı, yoksa mahallenizdeki bir ağaçtan bir kaç yaprak, yanında bir minik mum koymak yeterli. Yanıbaşında da güzel bir müzik, işte size yaşanmaya hazır bir masa. Yenilen lokmaya, paylaşılan ana, bir diğerinize sahip olduğunuza, yaşadığınıza, vâr olduğunuza duyulan şükran anıdır yemek zamanı.
            
             Çok evde hâlâ daha misafir takımı vardır, aile melamin tabak kullanır. Bana göre de ben ve ailem misafirimden daha az kıymetli olamayız. Ayda bir misafirin kullanacağı bir takıma yatırım yapamam. İyi, güzel bir şey varsa evimizde onu kullanarak yaşamalıyım.




           Lale Bollukcu: Sevdiklerinize özel günlerde yaptığınız bir yemek tarifini bizimle paylaşır mısınız?

Nermin Bezmen: Çocuklarım, eşim, torunlarım hepsi çok sevdiği için aile günlerimizde Kırım Tatar çiböreği, mantı, kolaçita (Girit kabak böreği), Selânik domates dolması, saray kavurması, daha romantik kutlamalar veya resmi davetlerimizde  ise Rus blinisi, portakallı ördek, karski hazırlıyorum.

Aslında havyar birlikteliğinde yapılan bliniyi artık Rus ve İran havyarının ulaşılmaz olması sebebiyle, çok daha hesaplı ve bulunması kolay olan somon, ringa, alabalık, turna havyarı eşliğinde sunuyorum. Ayrıc            a havyar yerine tranş dilimlenmiş füme balık dilimleri de sunulabilir.  

Havyar –blini (veya somon-blini) için gerekli malzemeler:

Servis başına bir tatlı kaşığı havyar veya bir dilim füme balık
Servis başına bir blini
Servis başına bir tatlı kaşığı erimiş tereyağı
Servis başına bir tatlı kaşığı iyi çırpılmış, taze, çiğ krema (hazır tatlı krema değil. Pastahanenizden siparişle isteyebilirsiniz)
Servis başına bir tatlı kaşığı çok minik dilimlenmiş kırmızı soğan (arzu edenler için)
Servis başına bir tatlı kaşığı incecik kıyılmış dereotu (süsleme amaçlı, arzuya bağlı)

Blini hamuru için:

250 gr. Iyi elenmiş durum buğdayı
2 yumurta
bir çimdik tuz
200 ml. süt
50 mi. bira
2 çorba kaşığı eritilmiş tereyağı (veya sade yağ)

Ayrıca, pişirme sırasında kullanılmak üzere tereyağı
Elenmiş una önce çırpılmış yumurtaları, daha sonra azar azar diğer malzemeleri katarak, hiç topak kalmayacak şekilde karıştırıyoruz. (Ben çok az da limon kabuğu rendesi ilâve ediyorum. Yumurta kokusunu ve sonradan eklenecek havyar lezzetlerine hoş bir aroma ekliyor.)
Ben çok acil bir servis durumum yoksa bu karışımı bir kaç saat buzdolabında bekletiyor, sonra tekrar karıştırarak pişirmeye geçiyorum.
Kıvamı kaşıktan ağır akacak, lokma hamuru kıvamında olmalı.
Kızgın tavada, yakmamak kaydıyla bir tatlı kaşığı tereyağını eritin.  Isıyı orta hararete getirin.
Bir çorba kaşığı unlu karışımınızdan tavaya akıtın. Kıvamı ağır olduğundan kolayca yuvarlak şekil alacaktır. Kaşıkla yardımcı olabilirsiniz şeklini düzenlemeye. Tavanızın ebadı el verdiği kadar, üç, dört tane bliniyi ateşe bırakın.
Hamurlarınızın bir tarafı pişerken üst yüzeyinde küçük kabarcıklar oluşur. Spatula ile çevirin. Tavanıza bir tatlı kaşığı terayağı daha ekleyin. İkinci yüzünün de altın rengi olana kadar pişmesini bekleyin.
Bu arada serviste gerekecek olan tereyağını da eritin (yakmamaya özen gösterin)
(Şayet kalabalığa servis yapacaksam ben pişen blinileri önce bir keten veya pamuklu peçeteye sarıp alüminyum folyo ile kapatıyorum ki diğerleri hazır olana kadar soğumasınlar)
Servis şekli:
Her tabağa bir blini koyun. Üzerine bir tatlı kaşığı tereyağı dolaştırın. Sonra bir tatlı kaşığı çiğ krema, ardından bir tatlı kaşığı havyar sürün veya fume balık dilimi yerleştirin. Üzerine tekrar süsleme amaçlı kaşık ucuyla çiğ krema ve sonra dereotu zerreciklerini oturtun. Arzu ederseniz tekrar da bir kaşık erimiş tereyağını üzerinden akıtın.
Yanında buzdolabında soğutulmuş göz kadehlerde, deep freeze de bekletilmiş limonlu votka servisi idealdir. Ya da yine soğuk kadehlerde ikram edilen seçilmiş bir beyaz şarap; Chardoney benim favorim.
Birinci servis yenirken, tekrar arzu edebilecekler için malzemenin geri kalanını da bir tepside sunuma hazır tutarsınız. Tepsinizin içine yaydığınız kolalı bir peçetede sıcak tuttuğunuz blinilerin yanına ayrı ayrı küçük kaplarda havyarı, füme balığı, erimiş sıcak tereyağı, soğuk çiğ krema, soğan ve dereotunu yerleştirip, iştah açıcı bir görüntü daha yaratmış olursunuz.
Bu sıcaklı, soğuklu lezzet kombinasyonu tek yemek olarak bile servis edilebilir. Hem şık, hem çok lezzetli, hem doyurucudur. Bir de güzel sohbet kurulursa masada, tadına doyum olmaz.

         Not:
1.             Havyarı, lezzeti bozulmaması açısından metal veya gümüş kaşıkla değil, bağa, sedef veya tahta bir kaşıkla servis ediniz.
2.         Ucuz diye “yapma” siyah havyar almayınız. Bu lezzetsiz suni havyar yerine yerli balık yumurtası veya füme balığı tercih ediniz.
3.      Deniz mahsülleri sunduğunuz zaman sofranın dekoruna, deniz kabukları, kum ve su doldurulmuş minik cam vazolarda (veya kavanozlarda) yakılan tea-light mumlar çok hoş bir duygu ekleyecektir.
 



Lale Bollukcu: Gelecek ile ilgili projelerinizden söz eder misiniz?

Nermin Bezmen: Şu an Amerika’da basılmış olan Kurt Seyt & Shura romanımın buradaki tanıtım çalışmaları ve okur buluşmaları ile yoğunum. Dizinin Netflix’de gösterime girmesinden sonra oluşan dünya fanlarının Amerika kıtasında da büyük bir hızla artıyor olması beni burada oldukça meşgul edeceğe benziyor. Son bir kaç ayda üç okur/fan grubu ile buluşmalarımız, sohbet ve imza günlerimiz oldu. Kitabın öyküsü, devri ve anlatımı Amerikalıları da diğer dilllere çevrildiği ülkelerde olduğu gibi, hayran bıraktı. Çok mutluyum. Bu arada Brezilya’da basılan Portekizce baskısı beni o dünyaya da taşıdı. Şimdi Brezilyalı okurlarımla buluşmak için tarih bekliyorum. Bir taraftan da yeni romanımın hazırlıkları içinde hummalı bir şekilde çalışmaktayım. Kurt Seyt & Shura’nın burada kalmayıp, kendisini başka yerlere taşıyacağını hissediyor ve gelişmeleri heyecanla bekliyorum.





            Lale Bollukcu: Yazmak isteyenlere nasıl tavsiyelerde bulunursunuz?

Nermin Bezmen: Öncelikle çok iyi bir okur olmalılar. Yaşamın kendisine, çevrelerinde, tabiatta olan biten her şeye hassas, meraklı ve duyarlı olmalılar. Tarih, mitoloji, arkeoloji, sanatın her dalı, psikoloji, sosyoloji, felsefe, farklı kültürler ve farklı folklorik özellikler son derece besleyen zenginlikler bir yazar için. Bol okusunlar, galeri, müze gezsinler, tiyatroya, konsere gitsinler, Dede Efendi’yi de, Eric Satie’yi bilsinler, dinlesinler. Bütün dinlerin kitaplarını okusunlar. Sosyal olaylara, özellikle yaralara, acılara karşı duyarlı ve farkında olsunlar.  Kalemlerini âdil, haksız, düzenbaz, hesapçı olandan yana kullanmamak üzere doldursunlar. Yazarın tek ve en büyük silahı kalemidir ve o kalemin beynine, ruhuna sahip çıkmak yazarı hür, bağımsız kılar.

Yazar olmak isteyen gençler, yazmak istediğiniz konuyu çok iyi araştırın, sorgulayın, karşılaştırmalar yapın, çok iyi bilin, çok iyi hissedin ve çok iyi anlatmaya hazır olun. O kadar ki; yazmaya oturduğunuzda düşünmenize gerek kalmasın, her şey beyninizin içinde biri fısıldıyor gibi dökülsün, aksın.

Anlattığınıza inanın. İnanmadığınız bir şeye başkasını hiç inandıramazsınız.
Kendinize tabular koymayın. Samimiyet satırlardan okurlara geçen bir duygudur. Hislerinizi açığa çıkarın. En yoğun, sizi en üzen, en sevindiren, en kızdıran, en çok hayâl kırıklığına uğratan veya en güzel âşık eden hisler neyse onlar hep yanıbaşınızda, sizinle, kaleminize yardımcı olsun.

Her yazdığınızı sürekli birilerine okutup hemen eleştiriye açılmayın. Kırıcı ve caydırıcı olabilir. Önce tamamlayın. Kendiniz defalarla tekrar tekrar, yabancı gözle okuyun, düzeltmeleriniz yapın. Kendiniz en tamamını yaptığınıza inanıyorsanız o zaman, yine çok okuyan,  iyi bir okur olan ve samimiyetine güvendiğiniz bir, iki kişiye okutun, fikir alın.

İlham geldiği an yazmaya başlayın, beklemeyin. Heyecan duymuyorsanız da yazmaya oturmayın. Kendi kendinizi kızdırmaktan başka işe yaramaz. Ben bu sebepten, sadece, yazarken heyecan duyup, kendisinden ayrılmak istemeyeceğim konuları seçerim. Hiç, sadece gündemde olduğu, ses getireceği kesin diye konu seçmedim bugüne dek.




            Lale Bollukcu: Röportajı yapan siz olsaydınız, sorulmamış hangi soruyu kendinize sorardınız? Sorduğunuz soruya cevabınız ne olurdu?

Nermin Bezmen: J Sanırım kendime soracak soru bırakmadınız sevgili Lâle.



      Lale Bollukcu: Röportaj teklifimi kabul edip içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederim. Masmavi sevgilerimle...

Nermin Bezmen: Ben de New Jersey’den size ve okurlarınıza, okurlarıma en güzel duygularımla sevgilerimi gönderiyorum. Aydınlık günlerde buluşmak dileğiyle , hepiniz sevgiyle, mümkünse de aşkla kalın.


            Lale Bollukcu

            Robotik Kodlama & Satranç Eğitmeni - Yazar